Kendine Müslüman diyenlerin medeniyetimizin yapı taşlarını oluşturan maneviyat kültürümüzü nasılsa bildiklerini ve nefisten geçirmiş olduklarını düşünürdüm önceden. Medeniyetimize ruh üfleyen tevhid sanatının mimaride, musikide, şiirde, hat ve tezhipte, minyatürde vesaire zirveleri nasıl yükselttiğini zevk etmeye başladıkça herkesin böyle olduğunu sanmıştım.
Her tür siyasi ve güncel olayda Müslüman olarak direniş uygulama pratiklerimiz evet elbette çok gelişmişti. Lakin tevhid sanatının mecazlarından pek çoğumuzun nem kaptığını fark etmem çok kısa sürdü.
Bu toprakları mayalayan kültürümüzün, mesela anadilde yazılmış birbirinden katmanlı manalardaki şiir geleneğimizi sanki biliyormuşçasına Kur’an’a alternatif gibi görerek reddediyordu pek çoğumuz ama neredeyse birkaç dize ezber dışında ruhuna hiç değmemiştik. Karalamaya kalkarken gerekçe çoğunlukla aynı idi: “Kur’an ve sünnet bize yeter. Bu veliler peygamber mi canım!”
***
Hakikatin insanda kendi anadiliyle tecelli ettiğini daha önce hiç düşünmüş müydüm?
Geleneğimizin erenlerinin nutk-ı şeriflerine, menakıp ve divanlarına girene kadar hayır düşünmemiştim. Ama kültür sanat yetkililerinin de bunu hiç düşünmediğini giderek fark edecektim.
Neden özellikle yerel bürokrasi bu toprakların ümmi sesi olan Yunusça’ya yabancı dil muamelesi yapıyordu pek çoğumuz gibi? Bir kültür faaliyetini gerçekleştirmekle, kendi itibarını kurtarmakla, siyasi nutuklarında Yunus gibi velilerin sözlerinden alıntı yapmakla, bütçe ayırıp proje gerçekleştirmekle medeniyet tamam olmuyordu ki!
Resmi yetkililerle ne olacak hep sınıfta kalmaya devam mı edeceğiz kültür sanat mevzuunda diye sorduğumda müdürler, başkanlar, valiler, müsteşarlar kendi yetersizliklerini itiraf ediverirken hep dertliydi: “Biz böyleyiz!”
“Allah’ın turisti geliyor, bu Çanakkale savaşında neler yaşanmış, kendi dillerinde okumuş, yerinde incelemek istiyor. Bizim Çanakkale turlarında vatandaş otobüsten inip Seyyit onbaşının heykeli önünde fotoğraf çekip paylaşmakla yetiniyor!”
Nasıl bir cümbüştü bu, Cenab-ı Hak kendi eliyle / bizlerle örtüyordu hakikatini. En aleni olan bize saklı kalıyordu. Nasıl bir mücadele gerekiyordu ki, hep sınıfta kalıyorduk ülkece kültür sanatta. Ki medeniyetimizin yapı taşı. Evet kültür sanatın yapı taşı da maneviyat. Ne kadar kalp varsa o kadar maneviyat vardı yeryüzünde muhakkak.
***
Kur’an’ın hakikatini anlama gayreti varken Yunus’ların, Niyazi’lerin, Hacı Bayram’ların sözlerine neden kutsal kitap muamelesi yapalım diye sitem edenler giderek artıyordu. İliklerimize kadar işlemiş cemaatçilik tarzımız da buna tuz biber ekiyordu. Toplu irşad mümkünmüş gibi tarikat kültürünün sırf cemaat olma özelliğini alarak ruhunu tamamen unutmuştu pek çok dini topluluk.
Menfaatle, siyasi kariyer hırsıyla, bürokratik ikbal meseleleriyle cemaatçiliğin içini doldurunca din tamam oluyor gibi bir algımız vardı. Şu kitap okunur, bu okunmaz, şu bizdendir, şu değildir, bu marketten alışveriş yapılır, bu kişiler kaale alınır, şunlar küçümsenir, şuna oy verilir, buna verilmez vesaire. Bu tür şekilci ritüeller topluca yapılınca din o cemaat için tamam oluyordu.
Evet anadilinde üretilmiş eserleri anlayamayanların, okumayanların, keşfederek bugüne getiremeyenlerin, kültürünü geleneğini belli bir estetik ve etik devamlılık içinde güncellemeyenlerin benlik tefsirinde hep yaya kalması kaçınılmazdı. Hadisten mülhem, nefsini Müslüman etmeden ise ‘canlı Kuran’ olunmuyordu.
Bu divanları şerh etmeyi umursamadığımız, dizelere mana içinde mana vermeyi zevk etmediğimiz, gönül genişletmeyi pratik etmediğimiz için kısır kalmıştı soyutlama yeteneğimiz.
***
Bir ilahiyatçı da olsak Kur’an’da, misal, Kehf suresinde çocuğun öldürülmesine itiraz ederek bu ayeti reddedebiliyorduk! Ama masum bir çocuğun öldürülmesine sonsuz anlam verilen bir tefsir geleneğini en zahirindeki anlama hapsettiğimizin farkına varamıyorduk bir türlü.
Şekle ve dıştaki tek görüntüye iman edenlerin inciyi en derinden çıkarmak gibi bir kaygısı olmuyordu. Durr-i yekta’yı ancak içeri dalanlar çıkarabilir diyordu büyüklerimiz. Duymuyorduk. Çocuğun öldürülmesi, nefsinin fasık yönünü ezmekle mükellef, nefsini bilmekle, Rabbi kılmakla yükümlü bir tevhid yolcusuna bambaşka anlamlar da verecektir muhakkak deniyordu bize. Nefsini Müslüman etme gayreti / mücahade olmadan dinin tamamlanmayacağına sanatın her dalında ürün veren koskoca geleneğimiz ayna tutuyordu ama biz görmez olmuştuk, işitmez olmuştuk.
Kendi sanat ve kültürümüzün kalbine değemeden, kutsal kitabımızı en zahiri anlamlarına hapsederek “aleni olan”ı sığlaştırdığımızı fark edemiyorduk. Okuduklarımızın anlam katmanlarına birer hakikat avcısı gibi dalmanın pratiğini kaybetmiştik.
Hz. İnsan’ı okumayı bugünün saptırılmış tarikat / cemaat okumalarıyla aynı sanıyorduk. Çünkü ‘nefes’ olmadan salt aktarılmış bilgiyle kemale erilir sanıyorduk.
***
Bunca şehidin kanı pıhtılaşmayan toprağımızda, kültür sanatın tohumlarını genç nesillerin yarınına atma şevkimiz neden bu kadar ikbal hırsına odaklıydı? Bu çok ciddi mevzuyu mesela bir vali sinesinde, bir daire başkanı vicdanında dert edinip gönül genişletmenin (ki asıl fetih bu) anlamını hissetse fena mı olurdu? Yoksa veliler kalıyor, valilerin ismi dahi hatırlanmadan yok olup gidiyorlar.
Evet kültür sanatta resmi mevkilere atanmış yetkililerin dediği gibi biz böyleyiz en zahirde. Ama içimiz var, içi var, mayamızda kudsi nefes var. Ne olur bir de kaynağından çektiğimizi bu nefesi, hatırlayabilsek! Ola ki kalbimizin anadilinde tecelli ediverir bir an! Evet her birimize hakikat anadilinde tecelli edecek. Yunus’lar, Niyazi’ler, Hacı Bayram’ların nefesini çekmek ne bütçe ister, ne ihale!
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.