Mektup yâre selamımı ulaştır!

04:008/09/2018, Cumartesi
G: 8/09/2018, Cumartesi
Leyla İpekçi

Olaylarla şeyler arasındaki bağın bir ucu da bizdedir, bizim bakışımızda. Şimdi karşımdaki ekranda canlı yayında üçlü zirve. Erdoğan, Putin, Ruhani. Suriye görüşmeleri.Savaş, ittifaklar, pazarlıklar. Pencerenin dışında bulutlu, durgun bir eylül ikindisi. Gökyüzünde uçaklar, uçaklar. Alem senin amelindir der bir büyük zat. Sen olduğun içindir alem. Ne yana dönersen, o yana eğilir.Ne sırlı, ne çok katmanlı, hikmet dolu. Ama şeklen bakan için, kendini putlaştıranların sözü olarak telakki edilir. Böyle

Olaylarla şeyler arasındaki bağın bir ucu da bizdedir, bizim bakışımızda. Şimdi karşımdaki ekranda canlı yayında üçlü zirve. Erdoğan, Putin, Ruhani. Suriye görüşmeleri.


Savaş, ittifaklar, pazarlıklar. Pencerenin dışında bulutlu, durgun bir eylül ikindisi. Gökyüzünde uçaklar, uçaklar. Alem senin amelindir der bir büyük zat. Sen olduğun içindir alem. Ne yana dönersen, o yana eğilir.

Ne sırlı, ne çok katmanlı, hikmet dolu. Ama şeklen bakan için, kendini putlaştıranların sözü olarak telakki edilir. Böyle bir sırat içinde aka aka gönül, işte an’ın sonsuzluğunda, sonsuz şimdide, hep tecelliler kesintisiz devam ederken, bu akışa kendi kelimeleriyle giren kişidir yazar.

Ve yazar, eline kalem almadan, tuşa basmadan da yazana denir acizane. Çünkü kelimelerini nefsinde doğurur, yağmurla yıkar, güneşle büyütür. Her sıfat, Yaratan’ın bir temsili olmak hasebiyle, O’nun bir tecellisi değil midir zaten! Yazar, alemdeki her tecellinin yansımasını kalemiyle yaşayandır.

Bu yüzden yazmak bütünüyle bir yaşam olur, sonsuz eylemin içine dahil olduğu bir yaşamak. Asla sadece kelimelere dökmekten ibaret kalmaz.

Kutsallaştırmanın gereği yok tabii. Hiçbir farkı yok elbette yazanın okuyandan, işitenin görenden. Hepsi yekvücud, sanki tek eylem. Böyle bakınca zaten yazmak aynı zamanda okumaktır, işitmektir, görmektir. Bütün eylemleri kendinde toplayabiliyor.

**

Acizane benim için yaklaşmak, başkalarıyla hemhal olma, eşyanın içine girme, her şeyle bir olma çabası. Yazarak gerçeğe yaklaşma niyeti içinde buldum hep kendimi. Bilerek değil, bilmeden bilerek.

Kalemin yazdıklarını kalemin sahibine iade etmek, emaneti döküp saçmadan taşımak gibi bir esrarın içindeyim ben de diğer yazanlar gibi. Onlar ne der bilmem, alemde her şey ile her şeyin birbirine bağlantısının kodlarını yazarak çözebilen bir kalemdir benim derdim acizane.

Astana görüşmelerinin en can alıcı anında, canana kavuşturur okuru cümleleriyle. Çünkü orada bir taraf diğeriyle mutabakat kurduğunda, burada da bir yaprak düşeceği toprağa şevkle ulaşmaktadır.

Yazan kişi, “yazdın ama sen yazmadın” sırrını açmaktadır kalemin tabiri caizse ol’durmasıyla vücuda gelen kelimelerin secde ve kıyamında. Kendi alfabende, kendi gönlünün semalarından inen gerçeğin yankısını işitmeye başladıkça bunun bir tür şükrünü eda etme halidir işte yazmak. Kelimeleri ol’durana. Olup durana hamdetme hali!

Hokkanın içindeki henüz dile gelmemiş harflerin mürekkebinde bütün anlam gizlidir. Yazmak, bu anlamı açmak, bu sırrı paylaşmak değilse nedir? Ellerin sırrı, kulağın sırrı derken. Ta ki hepsi bir gönül ola, yazarın kaleminden dökülen ise güzelliğini anlata dilberin! Meğer ki savaş, açlık, katliamlar, dökülen kan. Aşka dahil ola!

***

Yazmaya Eylül de dahil. İnsan yaşlandıkça Eylül ayıyla daha içten özdeşlik kuruyor. Sabahları erkenden çimde ve toprakta yürürken usul usul uçuşuyor yapraklar. Solgun, doygun, düşeceği toprağa hasret, salına salına, yüklerinden arınmış bir halde düşüyorlar.

Bir ömrün tüm gözyaşı ve tebessümleri podyumda defile yapar gibi vakti geldikçe arz-ı endam ediyor. Esen rüzgârda bir serinlik, anlık ürpertiler, güneş ışınları eğildikçe yer değiştiriyor gölgeler.

Kızılcıkların düşüşü bitmiş, incirlerde sıra. Ballı, sütlü, kurtlanmadan ilk yağmurlarla. Yaprağa ne lazımsa o oluyor. Düşmesi gereken düşecek, toprak olacak, bitki olup gıda ile insana gelip kan olacak, can olacak. Bu dönüşüm hokkadan kâğıda, tuştan ekrana gönül akışında kesilmeden devam ediyor. Bir suretten diğerine devredip duracak varlık. Yazan bilir: Hepsi Kendi. Dışarıda kalan bir yaprak, bir zerre, hece, bir harf yok. Nefesidir kelimeler.

Aşık Veysel ne güzel söyler sırrını: “Göklerden süzüldüm tertemiz indim / Yere indim yedi renge boyandım / Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm / Çeşit çeşit türlü renge boyandım.”

***

Bir şiir, bir roman okurken okuduklarım ne kadar kurgu ürünü olursa olsun, kelimelerin canlı olduğunu, bana gerçeğimi okutmaya aday olduklarını, kendimdeki gerçeği keşfetmeme eşlik ettiklerini hissederim. Beni gerçeğe yaklaştıran metindir sevdiğim, gönlümü açan, dilime esinler veren.

Dolayısıyla roman yazarken de gerçeği yazarım. Olaylar karakterler ne kadar kurgu olursa olsun, kalemin hakikatinden damıtıldığını bilerek, O’ndan aldığımı O’na verme yolculuğunda, yazan da yazılan da, yazdıran da… Okurun gönlünde birleştiğini bilirim.

O okur ki, ok’un saplandığı yürektir, sadece kelimeleri okuyan değil.

İster roman, ister öykü, şiir, köşe yazısı. Her metin; onu yazanın kâinata bıraktığı bir mektuptur. Devam edelim Aşık Veysel’den, ulaştıracak bir selamı olanlara:

“Al kâtip kalemi yaz bu selâmı / Mektup yâre selâmımı ulaştır / Bir yâr için terk eyledim sılamı / Mektup yâre selâmımı ulaştır.”

#Mektup
#Muhabbet