Dünyada her devir böyle son kuşlar uçar!

04:0020/10/2018, Cumartesi
G: 20/10/2018, Cumartesi
Leyla İpekçi

Her göçenin ardından hele ki usta bir sanatçıysa bir daha yeri doldurulmaz deriz. Elbette kimsenin yeri dolmaz. Tekrarı yok tecellilerin, hep biricik. Lakin toplumun ruhuna eserleriyle mana katmış, değer kazandırmış bir sanatçıysa bu biricikliğin içinde her muhatap kendine yer açmaya o göçüp gittikten sonra da devam ediyor.Çünkü bir sanat eserini sevmek; bir resme, bir şiire, fotoğrafa nüfuz etmek bizi güzelleştiriyor, insanlaştırıyor.“Rahman ve Rahim Olan adına sığınarak / Açtım iki elimi, kor

Her göçenin ardından hele ki usta bir sanatçıysa bir daha yeri doldurulmaz deriz. Elbette kimsenin yeri dolmaz. Tekrarı yok tecellilerin, hep biricik. Lakin toplumun ruhuna eserleriyle mana katmış, değer kazandırmış bir sanatçıysa bu biricikliğin içinde her muhatap kendine yer açmaya o göçüp gittikten sonra da devam ediyor.



Çünkü bir sanat eserini sevmek; bir resme, bir şiire, fotoğrafa nüfuz etmek bizi güzelleştiriyor, insanlaştırıyor.

“Rahman ve Rahim Olan adına sığınarak / Açtım iki elimi, kor gibi iki yaprak…” Diye başlamıştı bir şiirine geçtiğimiz gün göçen rahmetli Bahaettin Karakoç. Sanki ilk şiir. Her şeyin başlangıcı gibi bir ürperti bırakıyor okuyanda. Dünyanın ilk sözleri gibi. Ne kadar sade ama derin. Anlamlar iç içe geçtikçe derinlere çekiyor okuyanı.

Dünyaya bir şair gibi bakmayı bilmek için belli bir yetişkinlikte olmak gerektiğini sanırdım eskiden. Yıllar geçtikçe fark ettim ki, aksine, her şeye ilk kez bakan bir çocuk hayretinde saklı şairin marifeti. Ol şair ki, sanki tam da o saf hayretiyle kelimelerini kemâle erdiriyor dize dize.

***

Bugünün yaşantı kültüründe sık sık kaçmak, kopmak, başka şeye geçmek istiyor herkes. Her şey yığılıyor üst üste, hep yarım yamalak. Kendini veremeden almak istiyor bugünün insanı. Gönüllü olmaktan çok müşteri olmaya yakıştırıyor kendini.

Dalıp derinlerine inmeden, kendinden kaçış planlarını çoğaltıyor ister istemez. Kolayca tüketilen anlam, öncelikle dilimizin kanatlarını kırıyor. Şiiri uzaklaştırıyor yaşantımızdan. Şiir an’da olmaktır dersek kısaca, ‘sonsuz şimdi’nin bize bıraktığı yankıyı duyamıyoruz, konuşuyor, çok konuşuyoruz.

Şeylerin içinden gelen o kesintisiz zikri işitebilmek için, sustuğumuz dillerde bize yaşamayı bunca gümbürtü arasında yeniden hatırlatacak olan şairdir. İşte bizi varlıktan tınlayan / çınlayan esrarengiz sesle buluşturacak olan şair ‘anın sanatçısı’dır tabiri caizse.

Yok bu zamanda şiir yazılamaz, yok metropolün şiiri olmaz, yok sosyal medya devrinde şiir meta edildi, yok bunca şiddetten bunca tüketimden şiir çıkmaz! Diye birileri dehr’e sövmeye devam etsin. Sosyolojinin, tarihin, kişisel gelişim seminerinin, salkım bombasının, katliamın, borsanın, süpermarketin; her şeyin içinde atar damarlarıyla toplar damarlarıyla bize kan pompalamaya devam ediyor şiir. Bunu işiten / işittiren her devirde şairdir.

Lakin bunu işitmek yerine hayatımızın şiirini kendi ellerimizle sildikçe, bizi biz yapan gerçeği tabir etmekte zorlanıyoruz. Andan kaç, dünyadan kaç, sanattan kaç! İyi de varlığın dışına çıkabilir miyiz? Nereye dönersen dön içindesin.

Bunu idrak ettiren, kalbe inşirah ve zevk veren, ruhu yücelten bir dil, isterse kötülüğü anlatsın, mana dilini açar muhatabında. İçine işler, seni sana yaklaştırır, seni gerçek kılar. Şimdi bu işte Karakoç’un şair dilidir!

***

Nasıl da zamansız biriydi Ara Güler. Son yüzyılımızın canlı tanığı, bizi en gözden kaçan yanlarımızla bize gösteren bir aynaydı. Objektifini gönül kılmıştı. Uzun yıllar önce genç bir muhabirken onunla söyleşiye gitmiştim. Cümleleri öylesine keskindi ki, sonradan hayatın her alanında bu sivri, müdanasız dilini birebir yansıtan davranışlarını izleyecektim.

Sahibi olduğu Ara kafede nice dünya döndü, dünya kuruldu, yıkıldı. Beyoğlu’nun bu döneminde yaşantı kültürümüzün merkezindeydi Ara Güler. Dünyayı kaç kere dolaştı bilmiyorum ama ana malzemesi insandı. Sanki bütün insanlığı kendi iç dünyasında toplamış gibiydi, her yöne açıktı, her meşrebe aşinaydı, hiçbir şeyin yabancısı değildi.

90 yaşındaki fotoğraflarında bile ihtiyarlamamıştı Ara Güler. Dünya çekilmemişti onun bünyesinden, yıllar onu uzaklaştırmamıştı hayattan. Aksine hep içinde, hep her şeyin tam içinde olmuştu son ana kadar. Bu anlamda tam bir ‘an sanatçısı’ydı Ara Güler bütün özelliklerinden önce.

Tayyip Bey ve ailesinin fotoğraflarını çekmeye gittiğinde Tayyip Bey onun elinden makineyi alıp onu görüntülemeye başlamıştı. Ne müthiş bir coşku. İşte onunla buluşan, ondaki bu kaynamanın içine çekiliveriyordu. İster evsiz barksız bir meczup, ister külliyesinde bir cumhurbaşkanı!

***

Bahaeddin Karakoç ise benim gençliğimden getirdiğim Cahit Zarifoğlu sevgisini ötelere taşıyan bir şiir armağan etti bana. Anlatacağı ne varsa, şiirle anlatmış, her an şair tavrıyla, duruşuyla yaşamıştı. Bu yüzden olsa gerek halis şiir olmuştu kendi! Ve öyle ihtiyarlamıştı.

Ara Güler’in aksine çok yaşlıydı, belki bu dünyadan yaşlı. Şiir dili çağlar öncesine ait bir iç dünyayı çağlar sonraya taşıyordu sanki.

“Bir çakır doğandır aşkın sıtması

Geyikler koşuşur damarlarımda.

Körelmiş tırnaklarını rüzgârla sivriltir dağlar

Biraz daha viranız her yitik baharda.

Bulutlar dağlarda örgütleniyor

Dağlardan, çığlardan, sellerden korkuyorum.

Ölü denizlere hicreti anlatmak zor

Aldığını vermeyen yıllardan korkuyorum.”

Evet devir devir her dizilişte hep kendimiziz. İnsan devrede devrede dönüyor kendi dairesinde. Varlığın başı sonu bir. Nereden mi cüret ediyorum bu sözlere. Her kelime böyle halis şiirin içinde kendi kast ettiklerinden çok daha derin manalarla bizi buluşturduğu için. Bir bir. Kendi gerçeğimizi bir bakmışız böyle iki dize arasında doğuruvermişiz!

Evet yazarken de okurken de tefekkür niyetine. Kanatlandırmak için kelimeleri, aynı gün göçüp giden iki ‘an şairi’nin ardından, ansızın bir çırpıntı gibi, Zarifoğlu’nun dizelerinden bir nasip şekillendi:

“Kuşlar uçarlar uçarlar

İnsanlar vardı sanır!”

#Bahaeddin Karakoç
#Yazar