Hac mevsiminde milyonlarca hacıyla birlikte kalbimizin ‘kara nur’una değip kendimizle buluşmaya niyet etmiştik. Dönüyor dönüyorduk insan selinin içinde. Ta ki aslımıza / O’na kavuşalım.
Biriciktik ve o kadar da bir’dik. Birimiz eksik olsak hakikat tamam olmayacaktı.
Böyle sonsuz içerideyken, bir anda Kâbe’ye inen basamaklarda bir hacının boylu boyunca uzandığını fark ettim. Bir Afgan veya Peştun olabilirdi. Üzerinde hardal renkli yerel bir giysi vardı. Merdivene baygın bir şekilde boylu boyunca uzanmıştı. On kişilik bir yer kaplamıştı en az. Çok cılızdı, belki midesini tıka basa dolduracak bir şeyler yemeyeli aylar olmuştu. Takati kalmamış gibiydi.
Bense büyülenmiştim. Onu bu halinin “ölmeden önce ölün” hadisinden mülhem benliğimizi yok etme mücahedesinin somut bir tezahürü olarak görmüştüm oracıkta. Nefsini teslim almış, onu terbiye etmiş birinin sırrını taşıyordu. “Sen çıkarsan aradan kalır seni Yaradan” sözünün canlı misaliydi. Fakr halindeydi.
Tabii bunlar benim kişisel yorumum, manada gerçeği tabir edecek ehil biri elbet haddimi bildirirdi bana. Ama cahilce olduğunu bile bile bende açtığı gerçeğe yaklaşmaya çalışıyordum.
Hacı, büyük bir şevkle Kâbe’yi seyrediyordu yattığı yerden. O an farkına vardım. O insan selinin ortasında ona öyle bir genişlik bahşedilmişti ki. Rabbim mekânı ona öyle bir açmıştı ki. Kimse ona çarpmıyor, ona değmiyor, ona takılıp düşmüyordu. Kimse onun işgal ettiği yerden şikâyetçi değildi. Mekân onun hizmetine verilmişti.
Bir başka hisse daha kapıldım. Belki de onu benden başka kimse görmüyordu!
Hac boyunca -ki bu nasıl sırlarla dolu bir ibadetse- her birimize ayna oluyordu alem. Neresine getirmişsek nefis merhalemizi, oradan bakıyorduk aleme ve bize yansıyan gerçeği oradan seyrediyorduk.
Alem içinde alem, gerçek içinde gerçek vardı. Bu muazzam biricikliğimizi ‘yek vücud’ içre idrak edebilmek adına muhteşem bir tecrübeydi Hac.
***
Yıllar geçmiş üzerinden. Mekke, 1432 Haccı’ndan bugüne defalarca değişti. Tadilatlardan, yıkımlara, inşalara. Koskoca kuleler, kazulet gökdelenler onun hakikatine zerre zarar verememişti.
Bunu gördükten sonra, “zamana sövmeyin” hadisi yeniden açılmıştı zihnimde. Kabe manzaralı devasa binaların ibadet şuuruna ne kadar müdahale ettiğini söylesek de, nihayetinde Kabe kalbin hakikati. Hazreti İnsan. Kemalatın cem olduğu vücud. Değişmeyen öz.
Biz, bu devrin çocukları, Kabe’yi gökdelenler arasında seyretmeye verilmiştik. Nereye bakarsan bak, O’nun yüzünü görebilmek değil miydi aslımıza dönme yolculuğundaki şiarımız? Her baktığında O’nu görmek değil miydi; ayetten mülhem?
Evet Mekke her zaman inşa halinde olmuştu, olacaktı. Çünkü o hiçbir zaman tamamlanamayacaktı. Gönül fethini neyle sınırlayabilirdiniz ki? Açılır, açılır, sonsuzluk genişlemeye devam eder. Hazreti İnsan makamının üst sınırı olabilir miydi?
***
Bugünün Hac yolculuklarını uçakla yapıyor bizim gibi küresel vatandaşlar. Lakin kendi tecrübemizden biliyorum, her çağın, her konforun vergisi var, meşakkatin ambalajı değişse bile özü bir. Nitekim evden çıkıp Mekke’deki otelimize varmak Umre’de birkaç saatlik bir yolculuk iken, Hac mevsiminde tam 20 saat sürebilmişti mesela!
Şimdi bakıyorum, asla geçmiş gitmiş duygusu vermiyor bana Hac. Alıp getiriyoruz Kabe’yi. Hiçbir şey oldu bitti değil, her şey olmakta demiştim Haccın bugününü, her bir kelimesini nefsimden geçirmeye çalışarak yazdığım Şehrim Aşk romanında. Biziz o!
Ayak tabanlarımla, ter kokumla, gözyaşımın tadıyla nasıl da yalın bir ilişki kurmuştum. Gündelik hayatın tortularından arındıkça çöl kumunda insan tozuyla abdest alacağımı nereden bilebilirdim bu ibadete niyet etmeden!
Hele toprağın altından eşeleyerek çıkardığım ve şeytan taşlamaya götüreceğim taşların her biriyle nefsimin bir zaafını idrak etmeye başlayacağımı? Eşimle ve kayınvalidemle bambaşka bir dilde ‘kardeş’ olacağımı? Ailesiz bir geçmişten gelerek, Hac’da aile’nin gerçeğine kavuşacağımı?
Evet. Çok meşakkatli Arafat. Kendi benliğinin ordularıyla mücadele ettiğini, “nefsin yeter sana düşman” diyen Hak dostunun neyi kast ettiğini bilmeden bildik orada. Kıyam anında. Bizi bekleyen çok uzun bir yolculuktu. Ama elimi açıp niyaz ettiğimde, talip olmuştum. Kıssalarımızı yazdık, her birimize verilen kalem; kendi menakıbımızın mürekkebiyle yazdı gerçeği, elan yazıyor.
***
Bir akrabam bana kurban ibadetinin zulüm olduğuna dair bir nutuk çektiydi o günlerde. Yediği etin bedelini hep kasaplara yüklemişti şuursuzca. Uzun yıllardır konuşmuyor benimle. Onun şekle bakıp gördüğü bir kanlı bıçak. Bıçağın kesmediği İsmail’in boynundan içre, nice teslimiyet hikmetini göreyim diye niyet etmeme vesile olmuştu.
Onun bana had bildirip hizaya çekme şevkinde nasıl da büyük bir benlik vardı. “Sen bilmezsin ben bilirim” kibri. Oysa İbrahim’in (as) sırrının evladı İsmail’le (as) tamamlanacağını ispat etmek gerekiyordu Hac yolunda: Zaaf derecesinde putlaştırdığın her şeyin (kibir kin haset vs) kendi dünyan olduğunu. Esaretten kurtulup hürriyete kanat çırpmaya talip olanların vazgeçilmez sandıkları her şeyi kurban etmelerinin ‘aşk’ olduğunu!
***
Alem bize ayna. “Ben ne yana eğilirsem alem o yana eğilir” diyen Hak erenlerden Mısri’nin mertebesinde kimimiz şekle bakar ve tıpkı kurbanın kanını gördüğü gibi kibir görür. Kimimiz kurbanın kanın kendi canı olduğunu fark ederek kâmil insanın benliksiz makamını görür.
Bu idrakin nasıl bıçak sırtı bir kudret olduğunu fark ettikçe: Ey nefsim diyorum, sensin kurban ettiğim.
Hac yolunda, en vazgeçemediği kendi benliğidir kişinin. İnsana gelmeye, onun kanına karışmaya ahdetmiş ve insana rızık olmuş bir kurbanın hakikatine yaklaşmayı becerebildikçe, ayna var aynadan içre, alem var alemden içre diyorum nefsime.
Ey nefsim, mutmain ol ki göresin inşallah; kurban sırrını kandan. Sensin alem içre cananı bulan canından! İyi bayramlar.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.