Betonda boğulmak

04:0024/07/2018, Salı
G: 24/07/2018, Salı
Kemal Öztürk

Gördüğüm en güzel milli parklardan biriydi. Yıllarını ormanları korumak ve geliştirmek için geçirmiş, orman mühendisi Mahir Orhan’la yürüyoruz. Mesleğini yaparken öğrendiği mucizevi şeyleri anlatıyor bir yandan.“Kızılçam ormanında yangın çıktığında, çamın kozalakları yanar ama tohumları taşıdığı orta kısmı yanmaz. İki hafta sonra yanmış koza birden açılır ve ortasında taşıdığı tohumları toprağa bırakır. O sayede kızıl çam yeniden hayat bulur. Yeter ki insan onun bulunduğu toprağa müdahale etmesin.”Kuşadası’ndaki

Gördüğüm en güzel milli parklardan biriydi. Yıllarını ormanları korumak ve geliştirmek için geçirmiş, orman mühendisi Mahir Orhan’la yürüyoruz. Mesleğini yaparken öğrendiği mucizevi şeyleri anlatıyor bir yandan.

“Kızılçam ormanında yangın çıktığında, çamın kozalakları yanar ama tohumları taşıdığı orta kısmı yanmaz. İki hafta sonra yanmış koza birden açılır ve ortasında taşıdığı tohumları toprağa bırakır. O sayede kızıl çam yeniden hayat bulur. Yeter ki insan onun bulunduğu toprağa müdahale etmesin.”


Kuşadası’ndaki Dilek Yarımadası ve Büyük Menderes Deltası Milli Parkı’nda bir yandan bu şaşırtıcı şeyleri dinlerken, bir yandan da kıymetli endemik bitkilerin önüne konulmuş, bilgilendirme tabelalarını okuyoruz: Köknar, dişbudak, sarı andız, mersin, zakkum… ağaçlarının özellikleri, geldikleri yerler, boyutları gibi bilgiler var tabelalarda.

Sessiz değil ortam. Cırcır böcekleri en yüksek perdeden bağırıyor. Kuşların cıvıltıları sönük kalsa da yanlarında, duyuluyor yine de.

Lakin insana ve insanın ürettiği araçlara ait tek bir ses yok. O nedenle doğanın asıl sakinlerinin sesinden başka şey duymuyoruz. Hava sıcak ama bunalmıyoruz. Toprak, ağaç ve deniz üçlüsü size sükunet ve huzur veriyor.

Milli parkın düzeni, temizliği, tertibi, bilgilendirme tabelaları ve işletme disiplini dikkat çekici. Orman Bakanlığı’nın bu ekibe bir teşekkür belgesi vermesi lazım.

Milli parktan çıkıp, Kuşadası’na doğru ilerledikçe başlıyorum huzursuzlanmaya.

Evler, yazlıklar, oteller, iş yerleri ve nihayet on katlı apartmanlar… her yandan binalar yükselmeye başlıyor. Binalar arttıkça yeşil azalıyor, yeşil azaldıkça sıcak artıyor, sıcak arttıkça insanı boğan ortam çoğalıyor.

Doksanlı yıllarda bu bölgeler henüz yemyeşilken, turizme açılması tartışılırken, İspanya örneği anlatılırmış. İspanya turizmde daha da büyümek için yapılaşma politikasında büyük hata yapmış ve yeşili öldürüp betonu her tarafa dökmüş. Böyle olmayalım diye yazan ve anlatan çok olmuş o tarihlerde. Mahir Orhan bir ormancı olarak o tartışmaların içindeymiş.

“Ama biz de o hataya düştük. Ormanlarımızı, bitki örtümüzü ve doğal güzelliklerimizi koruyamadık. Şimdi betonların arasında boğuluyoruz” diyor.

Aslında ‘betonların arasında boğulmak’ sözünü bir mecaz anlatım gibi algılıyorsunuz ama öyle değil. Bunu yaşadığım için yazdım.

İzmir ve Aydın’ın sahil bölgelerinde yazlıklar öylesine kötü, öylesine yanlış bir şekilde yapılmış ki, rüzgar evlerin arasında geçemiyor, insan da nefes alamıyor.

Kuşadası’nın, Davutlar bölgesinde Mahir beyin kaldığı yazılıkta yaşadığım tam olarak buydu.

“Yirmi yıl önce bu yazlığa girdiğimizde, bulunduğumuz araziye 24 yazlık yapılacaktı. Sonradan planı değiştirdiler ve aynı araziye 50 yazlık yaptılar.”

Öksürseniz yandaki evden duyuluyor. O derece yapışık, o derece tuhaf bir yapılaşma. Bu kadar sık yapılar doğal olarak rüzgarı kesiyor. Betonun kendi yaydığı sıcaklığı da buna eklediğinizde, değil evin içinde oturmak, balkonunda bile oturamıyorsunuz.

Nefes almak mümkün değil. Bu yüzden her ev klima taktırmak zorunda kalmış. Klimalar da atmosfere en çok kloroflorokarbon gazı yayan cihazlar. Ozon tabakası delen gaz yani.

Çanakkale’den, buraya, Kuşadası’na kadar olan tüm sahili gezdim bu seyahatimde. Gördüğüm manzara aşağı yukarı aynı. İlçe, ilçe dolaştığımda şehir merkezlerindeki yapılaşmalar da neredeyse aynı. Mimari estetikten yoksun, görsel olarak çirkin, çok katlı, tarihi kültür ve dokuyla uyumsuz yapılarla dolu ilçe ve şehir merkezleri.

Bu seyahatimle birlikte Çanakkale’den, Antalya’ya kadar olan tüm Ege ve Akdeniz şeridini adım adım gezmiş oldum. Fethiye Antalya arasını da yürüyerek geçtim (Likya Yolu). Hissettiğim şey, milli parklarda ve dağlarda cennet, şehir ve ilçe merkezlerinden boğulma hissiydi.

Dünyanın en güzel sahilleri bunlar. Hiç abartısız söylüyorum, Allah bize çok cömert davranıp, cennet gibi topraklar vermiş. Ama biz bunları perişan etmek de bir o kadar cüretkar davranmışız.

Neden?

Aç gözlülük ve cehalet yüzünden. Daha çok yazlık sahibi olmak, daha çok daire sahibi olmak için yapışık ve çirkin yapılar inşa etmişiz. Bu da yaşanılmaz yerlerin olmasına neden olmuş.

Güre bölgesinde, Sarıkız mevkiinde ev yapmak isteyenlere belediye taş yapılar olmazsa izin vermiyor. O nedenle oradaki yapılaşma, Kaz Dağların eteklerine çıkıldıkça doğayla, çevreyle ve tarihi kültürle uyumlu olmuş. İnsan kendini orada huzurlu hissediyor.

Ancak sahil şeridi öyle değil. En çirkin projeyi götürseniz bile imar izni alabilirsiniz. Adeta yarışmış insanlar kötü yapılaşmada...

‘Betonda boğulmak’ ne demek burada bir kez daha yaşadım. İnanın abartı ya da mecaz değil bu. Gidin kendiniz görün.

#Beton
#Park