Erdinç Bey’in gizli hayatı

04:0025/08/2019, Pazar
G: 25/08/2019, Pazar
İsmail Kılıçarslan

O Ülkü Tamer söyleyişine özenerek “öyle çok sevmek ki geceleri beklemek seni kesintisiz şekilde düşünebilmek için” diye bitirdiği mektupların üzerinden belki on, belki on beş yıl geçmişti.Mektupların altından çok sular akmış, yaşadığı hayat çoktan evrilip devrilmişti. Her sabah, indirim dönemlerinde kredi kartına sekiz taksitle aldığı takım elbisesini giyip kravatını özenle bağlar, şirketin verdiği arabasını çalıştırır, İstanbul trafiğini alt etmek için girmedik ara sokak bırakmadan tam vaktinde

O Ülkü Tamer söyleyişine özenerek “öyle çok sevmek ki geceleri beklemek seni kesintisiz şekilde düşünebilmek için” diye bitirdiği mektupların üzerinden belki on, belki on beş yıl geçmişti.



Mektupların altından çok sular akmış, yaşadığı hayat çoktan evrilip devrilmişti. Her sabah, indirim dönemlerinde kredi kartına sekiz taksitle aldığı takım elbisesini giyip kravatını özenle bağlar, şirketin verdiği arabasını çalıştırır, İstanbul trafiğini alt etmek için girmedik ara sokak bırakmadan tam vaktinde masasında olurdu. Tam vaktinde masasında olurdu ki emri altında çalışan altı kişiden herhangi biri geciktiğinde dilediği gibi yatıştırabilsin öfkesini. “Kalkıp işe gelebilmek sizin için büyük başarı, tebrikler” diyebilsin mesela sadece beş dakika geciken Emre’ye. Emre’ye evet. Hak ettiği maaşın çok altında bir paraya çalışan, yeni doğan bebeğinin beklenmedik hastalığı yüzünden gecelerinin perişan olduğunu herkesin bildiği Emre’ye.

Bir de değişmeyen bahanesi vardı: “Biz insan kaynakları departmanıyız. Biz işe geç kalırsak diğer çalışanlara söyleyebilecek hiçbir şeyimiz kalmaz.”

Oysa “diğer çalışanlara söylenebilecek şeyler” konusundaki ünü tüm şirketin üzerine kâbus gibi çökmüştü. Herhangi bir çalışan “insan kaynaklarından bekleniyorsunuz” maili aldığında küçük bir kıyamet duygusuyla karşı karşıya kalırdı. “Kim bilir hangi aşağılamaları sıralayacak, kim bilir ne alaylara maruz kalacağım?” düşüncesi boğardı şirketteki herkesi. İnsan kaynaklarına çağırılmak gayya kuyusuna çağırılmakla aynı şeydi herkes için.

Ve tabii şirketin patronunun en sevdiği adamdı, ona şüphe yok. Kendisinden görevi devraldığı insan kaynakları yönetmeninin yöntemlerini çok yumuşak bularak başlamıştı işe. Tüm bölüm yöneticileri ile hatırı sayılır kavgalar vererek şirket çalışanlarını yüzde yirmi azaltmış, “esnek çalışma saatleri” prensibini yerleştirerek verimliliği istenen düzeyde tutmuştu.

İş hayatının en güzel yalanıdır “esnek çalışma saatleri” yalanı. Aynı işi daha az kişiyi daha çok çalıştırarak ve onlara hiçbir ek ücret ödemeden yaptırdığın kölelik düzeninin adıdır.

İyi de, bu adam, gençliğinde edebiyata, sanata, kültüre ta yürekten bağlı bu adama ne olmuştu da bu hale gelmişti?

Emre’nin peşinde olduğu soru, artık çıkmayan bir edebiyat dergisinin sayfalarında birinde yönetmeninin ismini gördüğü günden beri, bu soruydu işte. Ne olmuş, nasıl olmuş da Erdinç böylesi bir mankafaya dönüşmüştü?

Emre, gözlerine daha fazla hâkim olamayıp bilgisayar ekranına bakarken sadece otuz saniyeliğine uyuyakaldığı o gün öğrendi bu sorunun cevabını. Erdinç, öfkeyle “Emre” diye bağırmıştı, “hemen odama geliyorsun Emre.”

Öfkeden yüzünün rengi değişen Erdinç, beş dakika boyunca o bet sesiyle dilinin ucuna gelen her hakareti ettikten sonra “çık dışarı” dedi ayakta beklettiği Emre’ye.

Emre, tam kapıdan çıkacakken kolu bırakıp geriye döndü. “Sen” diye başladı söze. “Sen” hitabını duyan Erdinç, oracıkta beynine kurşun yemiş bir av hayvanı gibi yekindi.

Emre, o kurşunun istediği yere gittiğinden emin olmak için sürdürdü sözlerini: “Sen, yeteneksizliğinin acısını başkalarına acı çektirerek bastırmaya çalışan bir zavallısın Erdinç. Evet, o derginin tüm eski sayılarını aldım bir sahaftan. Şiir denemişsin ama olmamış. Öykü yazmaya çabalayıp çuvallamışsın. Güya inceleme adını verdiğin yazılarında yaşıtın yetenekli edebiyatçılardan nefret ettiğini gizleyememişsin. Ardından seni kovmuşlar o dergiden. 18. sayının sunuşunda kibarca belirtmişler bunu.”

Erdinç, hiç beklemediği bu sözler karşısında kan kaybeden ve nefes almakta zorlanan bir ayıya dönüşmüştü. Yüzünden belliydi. Ölecekti birazdan.

Emre, o son vuruşu yaptı: “İstifa mektubumu yazarım birazdan. Fakat senin aksine, doğru düzgün bir Türkçe kullanırım, merak etme.”

Erdinç, “beni anlamadılar” diye fısıldadı son nefesini vermeden hemen önce. Emre, arkasına bile bakmadan şahdamarına bir darbe indirdi: “Yanılıyorsun. Seni, hem de çok iyi anlamışlar. Aslında bütün öfken buna. Anlaşılmış olmana.”

#Ülkü Tamer
#Hikaye
#Emre
#Erdinç