“Ölüm bize ne yakın, ne uzak bize ölüm”

04:004/08/2024, Pazar
G: 4/08/2024, Pazar
İsmail Kılıçarslan

Ona, daha altıncı yaşının ilk günlerini yaşayan bu çocuğa, bir masalın büyülü atmosferinin içerisinde yürümek gibi gelmiştir eminim. Gecenin zifiri karanlığında, elektriğin hiç uğramadığı o mülteci kampında elinde bir kandille babasıyla birlikte usul usul mescide yürümeleri, babasının büyükçe bir anahtarla mescidin kapısını açması, çok büyük ihtimalle bizim buralarda “lüküs lambası” denilen aydınlatma aygıtlarını birlikte yakmaları, ardından o dev gibi adamın, babasının, muazzam bir sesle sabah

Ona, daha altıncı yaşının ilk günlerini yaşayan bu çocuğa, bir masalın büyülü atmosferinin içerisinde yürümek gibi gelmiştir eminim. Gecenin zifiri karanlığında, elektriğin hiç uğramadığı o mülteci kampında elinde bir kandille babasıyla birlikte usul usul mescide yürümeleri, babasının büyükçe bir anahtarla mescidin kapısını açması, çok büyük ihtimalle bizim buralarda “lüküs lambası” denilen aydınlatma aygıtlarını birlikte yakmaları, ardından o dev gibi adamın, babasının, muazzam bir sesle sabah ezanı okuması.

Borges, o çocuğun bu masalsı hikayesini duymuş olsaydı büyük ihtimalle bir roman kaleme alır, dünyanın dört bir yanından insanlar da hayranlıkla okurlardı bu romanı. Ama bilirsiniz, bizim gibi coğrafyalarda insanların hikayeleri vardır ama anlatılmaz. Biz, hikayelerimizi sinemizde, bizi biz yapan bir ecza, hatta bir simya gibi taşıyadururuz. Hikayelerimizle olgunlaşır, hikayelerimizle yürürüz yolumuzu.

Hikayenin sonrası da var elbette. O çocuğun mescitte müezzinlik yapan babası aynı zamanda bir şeyh. Küçük bir zaviyede, insanların kalplerini onarmakla meşgul bir tamirci yani. O çocuğun masalsı çocukluğunun o uzak anılarında en çok bu zaviye yer etmiş olmalı. Bembeyaz ve tertemiz giyinmiş güzel sakallı adamların kasideler söyleyip Kur’an okumaları, sonra belki İbn Arabi’den, belki İbn Farid’den, belki Ataullah İskenderi’den şiirler, beyitler, hikmetler nakletmeleri, babasının yere vurup “faale menne hu” diyerek ayağa kalkması, zikir halkasının kurulması, bu emirler on, belki on beş adamın tek bir beden, tek bir organizma haline gelip kah “ya latif”, kah “lailaheillallah”, kah “hay”, kah “hu” diye zikretmeleri ve belki de o tür zaviyelerde sıkça rastladığımız şekilde gecenin birer bardak süt ve birer akide şekeriyle sonlandırılması.

Bir de tabii doğumlar ve ölümler. Okunan Kur’an’la hem doğumun hem de ölümün aynılaşması daha doğrusu. Sonradan kendi anlattıklarından anlıyoruz ki o çocuk, sıklıkla o zaviyede Kur’an okurmuş doğumlar ve ölümler için. Çok büyük ihtimalle doğum için mi ölüm için mi okuduğunu bilmeden ve bunu önemsemeden. Rahatlıkla diyebilirim ki doğmak ve ölmek, yaşamak ve yaşamamak arasındaki farksızlığı daha o günlerde kavramıştır. Kur’an okurken. Babasından ve babasının arkadaşlarından da “madem ki yaşıyorsun, yaşamayı hak edecek bir şeyler yaparak yaşa” cümlesini bellemiştir.

Babasından öğrendikleri bununla da sınırlı değildir elbette. Burada, tarihin ve insanların kendilerini terk ettiklerini düşündükleri bu noktada umudu hep diri tutmanın bir sorumluluk ve zorunluluk olduğunu da öğretmiştir babası ona. Asıl olanın “dava” olduğunu, insan denen varlığın misalinin dala konan kuşun misali olduğunu, daldan uçup giderken ağzında, zihninde ve gönlünde ne olduğunun dışında hiçbir şeyin önemli olmadığını anlatmıştır.

Ve bildiğimiz kadarıyla şunu da: “Oğlum, biz buraya 1516 yılından sonra yerleştirilen Bozoklardan bir aileyiz. Bizim vazifemiz Hac yolunun güvenliğini sağlamak, hacılara hizmet etmekmiş.”

O “hizmet” vurgusu hiç çıkmamış hayatından. Halkına, direnen, ölen, öldüren, sonra yine direnen, sonra yine ölen ve sonra yine öldüren halkına hizmetten gayrısını hiç düşürmemiş gönlüne.

Şehit İsmail Heniyye’nin hikayesi böyle işte. Çocukluğunun ilk anlarında ezanın, Kur’an’ın, mülteciliğin, fukaralığın, dostluğun, düşmanlığın ve elbette direnişin olduğu bir hayat onunkisi.

Biyografisi şundan ibaret: Doğdu, köpek soylu Siyonistlere dünyayı dar eden onurlu bir hayat yaşadı ve şehit edildi.

Aslında bir insanın biyografisi bu on dört kelimeden ibaret olsa ona hiç ummadığı nimetlerle nimetlendirilmesi için yeter de artar bile.

Görgü tanıkları diyor ki “şehit edilip de cennete vardığı o anda da Kur’an okuyormuş. Kanı, Kur’an sayfalarına damlamış.”

Eskiler, “insan ne hal üzeri yaşarsa o hal üzere ölür” derlerdi değil mi?

Kur’an’la başlayan hayatı yine Kur’an’la sona ermiş aziz şehidimizin.

Biz neyle yaşıyoruz ve neyle öleceğiz? Bu soruyu bir kez bile gerçekten sormadan ölürsem hesabımın çok çetin, azabımın pek ağır olacağından korkuyorum. Haşa, umudumu kesmek değil benimkisi. Benimkisi sadece adaşımın yürüdüğü yolu yürüyebilmeye cesaret edip edemeyeceğimin sorgusu…

#hayat
#aktüel
#İsmail Kılıçarslan