“Kendi mitolojisini kuran, sonra ona inanan, en sonunda da o mitolojiden başka hiçbir hakikat yokmuş gibi davranan kötü Yunan komutanlarına benziyorsun” dedim. “Nasıl yani?” diye sordu.
Oturup o yüksek kültürün üretildiğini, o pozun verildiğini, o ayakkabının giyildiğini, o gönderinin yollandığını, o sohbetin edildiğini, öbür pozun da verildiğini anlatacak halim yoktu ya. Yok bir de “püriten ahlaka itiraz etmek için Duchamp o pisuarı ters çevirince bitti o işler bebeğim” diyeydim de tam da o nefret ettiğim adama dönüşeydim. Tövbeler tövbesi. O atkı takıldı abicim. O diğer poz da verildi. O kritik yapıldı. Nasıl derler? O yapı söküldü. O rekonstrüktif yaklaşım bile şey edildi yani. Hatta Emrah, şarkısını bile yaptı onun: “Faydalar faydasız, imkânlar imkânsız / uzayan gecelerde saatler zamansız.”
Ben de sustum. “Suskunluğum asaletimdendir” cümlesini ögelerine ayırdım içimden. Kalktım. Her zamanki gibi Kızkulesi’ne doğru yürüyebileceğim geldi aklıma. Hera’nın hikâyesini düşünmeden yürümek. Çünkü düşünürsen çok saçma. Leandros her gece yüzüyor da geçiyor ya güya. Öğretsene abicim Hera’ya da yüzmeyi. Şöyle Harem’in kıyısından iki at ayarladı mı Maltepe, Pendik tarikiyle Sakarya üzerinden in Konya’ya. Nereden bulsun baban seni? Hem baba mı kaldı allasen? Tozu bile kalmadı zavallı babanın. Çocukların ve kadınların hükmettiği bir çağın zavallı karavaşı o artık. Baban ne karışır o işe Hera! İmparator olsa karışamaz yani. Değil at mı deve mi, bit mi pire mi bilemediğimiz o hayırsız Leandros, onun o kaknem bacısıyla Hollanda’ya kaçıp “just married” postu atsan karışamaz yani.
“Sen bana kahve ver en iyisi mi” dedim garsona masaya tekrar oturup. “Her zamanki gibi lungo Americano mu olsun abi yoksa sana bir espresso pan cotta mı patlatayım?” dedi. Uzattı yani. Çünkü uzatınca hesabı dilediği kadar şişirebileceğini biliyor çakal. Gele gele “poz çağı”na denk geldik zira. Öyle bir poz çağı ki bu, bizatihi onun hikayesini anlattığım okur yorum yazacak yazının altına “yalnız espresso pan cotta diye bir kahve yok” diye. He lan he. Sensin yok. Çek bakalım pozunu. Çak bakalım kozunu. Belki ne çok şey bildiğin için madalya verirler sana. Hem zaten “ne çok şey bildiğin” cümleciğinde de anlam bozukluğu var.
Hem daha benden ne istiyorsun bilmiyorum ki? Sana pazar gün, bir gazete köşesinden postmodern anlatı dilinin imkânlarını zorlayarak, bilinç akışı tekniğini de yardıma çağırarak bir şeyler anlatıyorum. İllaha da “ejderha da olsun abi yazdığın şeyde” diyorsan ona da tamam. Benim hikayemdeki ejderha Ankaragüçlü. Deplasman dahil kovalıyor ve yenildiğimiz maçlardan sonra tribünü yakmak yerine kendini yakıyor. Çünkü “Angara bebesi” benim ejderham. Gerçi yenilmeyi de pek bilmiyor ya. Yenilmiyor o. Sadece süresi yetmiyor. Maç biraz daha sürse önce beraberlik ardından galibiyet yani.
“Hayırdır abi, pek iyi görmedim, her şey yolunda mı?” diye sordu garson çocuk kahveyi bırakırken. Uzun süreden beri benim hakkımda yapılmış en iyi tespiti ve bana sorulmuş en iyi soruyu sorma kabiliyetini aynı anda gösterdiği için on lira, yok yok, yirmi lira bahşiş bırakmaya karar verip şöyle dedim: “Yok gülüm, aynı be. Biraz yorgunum sadece.”
Verilebilecek en kolay cevabı verip kaçmak sanırım bizim geliştirdiğimiz en kadim iletişim yöntemlerinden biri. Gerçi ne diyecem garson çocuğa? “Tabii ki iyi değilim ve tabii ki hiçbir şey yolunda değil. Derdimin çaresi de ikindilerden sonra cami bahçelerinde oturan yaşlı dayıların yanına usulca sokulup onlara ‘merhaba’ demek. İstiyorum ki facelerinden torunlarının resimlerini göstersinler, gençliklerindeki reçberlik günlerini ansınlar, hatta işi azıcık ileri götürüp fısıltıyla “o zamanlar biz de cahildik be yeğenim” cümlesiyle giriş yaptıkları günah hikayelerini anlatsınlar” mı diyeydim? Ne diyeydim? “100 yıl önce yaşayıp Osmanlı’nın çöküşüne tanıklık edeydim, Galiçya Cephesi’nde kurşunu omuzdan alaydım, beni öldü diye bir çukura ataydılar, kanlar içerisinde o çukurdan doğrulup yoksullukla dolu evimizin yolunu koklayarak bulaydım da bu derin saçmalığın içinde bulmayaydım kendimi” mi diyeydim?
“Tebrik ederim kardeşim. Kahve yine çok güzel olmuş” dedim bütün bunlar yerine, “Kenya di mi?”
“Ben de seni cidden tebrik ediyorum abi” dedi, “her seferinde biliyorsun hangi kahve olduğunu. Özel bir damağın var cidden.”
“Tebrik et kardeşim” dedim. “Beni tebrik et. Hiç olmazsa biri bir konuda beni tebrik etsin. Yani tebrik etsin de kendi mitolojisine inanıp onu hakikatin yerine koysun yine de.”
Baktı yüzüme. Yüzüme nasıl baktığını anlatmanın başka bir yolu olmadığından özür dileyerek ifade etmek zorundayım ki tam olarak mal gibi baktı yüzüme. Mecburen “sana demedim” demek zorunda kaldım.
Gerçekten de ona demedim. Aslında herhangi başka birine de demedim. Kendime dedim. Kendimi tebrik etmek istediğim için de değil üstelik. Bir hatırlatma, bir direnme biçimi olarak.
“Ummazsan küsmezsin. Küsmezsen insandan umudu kesmezsin. İnsandan umudu kesmek haramdır” dedim garson çocuğa. 100 lira bıraktım masaya ve ekledim: “Kendin hakkında mitoloji üreteceksen seni tanımıyor olduğumuzdan emin olduktan sonra yap bunu. Bu şekilde olmaz yani.”
Kahramanmaraş’ta Lacampos Kafe’nin işletmecisi ve baristası Levent, kafayı kahveyle bozmuş bir dostum. Çok temel bazı iddiaları var kahve konusunda. En önemli iddiası “Türk kahvesini yanlış pişiriyoruz, Türk kahvesi soğuk suyla pişirilmez, 50-60 derece suya katılarak kaynatılır ki kahve yanmasın ve aromasını kaybetmesin” şeklinde. Doğrusu, bu yöntemle kaynattığı Türk kahvelerini afiyetle içiyorum.
Levent, diğer yandan “Türk kahvesini de tıpkı espresso bazlı İtalyan kahveleri gibi dünya markası haline getirebiliriz” diyor. Diyor demesine de İtalyanların kahve işine devlet ve özel sektör bazında hangi yatırımları yaptığını, nasıl sonuçlar aldığını da bilerek söylüyor bunu.
Bir şeyi markalandırmak son derece “hibrit” bir süreç malum. Bunun dünyadaki en iyi örneklerinden biri de İtalya ve kahve markalaması. İthalat kolaylığından eğitim desteğine, istihdam politikalarından uluslararası reklam kampanyalarına kadar her şeyi doğru planlayınca Türk değil İtalyan kahvesi içiyor dünya. Yoksa espresso con panna dediğin şey hakkında bilmemiz gereken herhangi bir şey yok. Bir ölçek espressonun üzerine bolca krema.
Peki Türk kahvesi marka olur mu? Bu Kültür Bakanlığı ile mi yani? Güzel şakaymış.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.