Kadıköy’deydim. İskelede.

04:0021/11/2021, Pazar
G: 21/11/2021, Pazar
İsmail Kılıçarslan

Kadıköy’deydim. İskelede. 19 yaşında. İflas etmiş bir babanın yazar olmak isteyen mutsuz oğlu olarak Kadıköy’deydim. İskelede. 19 yaşında. Hayatımın bütün hikâyesi muz kolilerine istif edip cumartesi-pazar günleri sokakta sattığım kitaplara sıkışmıştı. Kızın birine “Mona Rosa’m olur musun?” diye sormuş ve “evet” cevabını almıştım daha yenice. İçine kaşar koklatılan tostlar, üzerine kırmızı ışık vurulunca iştah açıcı hale gelen sosisliler, demli çaylar ve ucuz tütünler arasında bir hayatım vardı.

Kadıköy’deydim. İskelede. 19 yaşında. İflas etmiş bir babanın yazar olmak isteyen mutsuz oğlu olarak Kadıköy’deydim. İskelede. 19 yaşında. Hayatımın bütün hikâyesi muz kolilerine istif edip cumartesi-pazar günleri sokakta sattığım kitaplara sıkışmıştı. Kızın birine “Mona Rosa’m olur musun?” diye sormuş ve “evet” cevabını almıştım daha yenice. İçine kaşar koklatılan tostlar, üzerine kırmızı ışık vurulunca iştah açıcı hale gelen sosisliler, demli çaylar ve ucuz tütünler arasında bir hayatım vardı. Kadıköy’deydim. İskelede. 19 yaşında. Yaşamakla yaşamamak arasında, direnmekle direnmemek arasında, olmakla olmamak arasında bir sarkaç, bir salıncak varmış da ben onun üzerindeymişim gibi bir hayat. “Ha Sezai ha ping-pong masası” yani. “Ping-pong masası varla yok arası” yani.

Kadıköy’deydim. İskelede. Sosisli satılan bir büfenin önünde dünyaya sarkıyordum. Vapur boşaldı. Kalabalık bir akşam vapuru. Ve kalabalığın içinden o indi. Daha dün “ben konuşmasını bilmem Lili” dizesini okurken boğazımı düğümleyen, “ben kandan elbiseler giydim” dizesini okurken iç çektirten adam kanlı canlı karşımdaydı. Vapurdan inmişti. Ve doğru. Pantolonun bir paçası kısaydı diğerinden. Ve doğru. Ceketi eskiydi. Ve doğru. Parlıyordu bütün insanlar arasında.

Kadıköy’deydim. İskelede. “Yanına gitsem” diye geçirdim aklımdan. Yanına gitsem ve elini öpüp “sana soracaklarım var” desem. Lili’yi, Leyla’yı, Mona Rosa’yı, Hallac-ı Mansur’u, Hızır’ı, Muhyiddin’i sorsam nefes almadan. “Evleri balkonsuz yapan mimarlarının alnından öpüyorsunuz da sizin şiirlerinizi ezberine almadan nefes alamayan şu evladınızı niçin alnından öpmeyesiniz?” diyerek uzatsam alnımı. Gülümsese bana. Gülümsese ve dünya dönmesini durdursa…

Kadıköy’deydim. İskelede. Aramızda beş metre vardı. “Yanına gitsem” diye geçirdim aklımdan. “Aklımı alıp çıkarsam” dedim “aklımdan aklımı alıp çıkarsam.” “Siz biliyor musunuz Üstat, sizin şiirlerinize benzer bir dize yazabilmek için kaç geceler sabahladım, kaç gündüzler yaktım, siz biliyor musunuz?” desem. “Yine akşam oluyor üstat, yalnızlık omuzlarıma çivisini çakıyor yine” desem.

Kadıköy’deydim. İskelede. 19 yaşında. Dünyaya dargındım. Dargındı bana dünya. Yanımdan geçip gitti öylece ve takıldım peşine. İşte yürüdü. Osmanağa Camii’nden sağa araya girdi işte. 5 metre arkasındayım. Köşedeki manavdan birkaç yeşillik aldı. Fırından bir ekmek sonra. İşte arkasını döndü. Yüz yüze geldik. Bir an baktı mı bana? Bakmadı galiba. Belki de bakmıştır.

Yürüdü yine. Takip ettim yine. Otobüs durağına gitti gerisin geri. Bekledi. Gelen otobüse bindi. Baktım öylece. Arkasından.

Sarkaç yaşama, direnmeye, olmaya döndü böylece. “Sezai Karakoç’un bile gönül indirip yaşadığı dünyada sen kimsin de yaşamayacakmışsın” diye sordum kendime. İçimden. Sonra koşayım dedim otobüsün ardından. Koşup bağırayım. “Güneşin yeni doğduğunu sana haber veriyorum” diye bağırayım. Durdurayım otobüsü. Uzatayım alnımı. Öpsün.

Bundan 25 yıl sonra, bugünden bir ay önce telefonda şöyle söyledi Rüstem Keleş ağabey: “Üstat diyor ki, bu virüs çok tehlikeli, küçük bir heyetle gelin, İsmail nasılsa sonra gelir.”

“İsmail nasılsa gelir” cümlesinin kıvancıyla dolu şekilde, Sezai Bey’i bir kez daha görebilmenin hayalini kuruyordum. Bir aydır. “Saadettin’i yahut Rüstem Keleş ağabeyi ararım, birlikte gideriz” diye geçiriyordum aklımdan. Bir aydır.

Meğer nasip değilmiş Sezai Bey’i bir kez daha görmek. Dünya gözüyle.

Şimdi Saadettin, o kavruk sesiyle Yasin okuyor. Ben, karnına bıçak konulmuş, bir çarşafa sarılmış Sezai Bey’in bir metre ötesinde, 19 yaşındaki o çocuğun bakışlarıyla bakıyorum. “Uzanıp alnımdan öpse” diye geçiriyorum içimden.

Sana uzun cümlelerim vardı daha. Uzun uzadıya mektuplarım. 19 yaşımda seni gördüğüm o gün cesaretimi toplayıp soramadığım sorularım vardı sana. Sonraki görüşmelerimizin hiçbirinde cesaretimi toplayıp soramadığım sorularım.

“Hayber’in kapısı ağlar mı, erkek ağlar mı?” diye soruyorsun öyle mi? “Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum.”

Kadıköy’deyim. İskelede. 19 yaşında. Umut olsun senin adın. Diriliş olsun.

Sezai Karakoç’un cenazesinden bazı notlar

  • Birincisi ve en çok önemsediğim şu. Her yaştan, her kuşaktan insan vardı caminin avlusunda. Sezai Karakoç’un “Diriliş Nesli” bir caminin avlusundan Türkiye’ye ve bütün dünyaya ses verdi böylece. Bahçedeki o güzel kalabalık, Sezai Bey’in mirasının yaşayacağına dair bir tapu senedi gibiydi aynı zamanda.
  • İkincisi şu. Kadınlar vardı avluda. Çok sayıda. Gözleri yaşlı kadınlar. Ne çok sevmişler Sezai Bey’i.
  • Üçüncüsü şu. Tazecik mezarı 5 dakika içerisinde çiçeklerle dolu bir gülistana çevirdi gençler. Öyle güzel, öyle eşsiz bir andı ki…
  • Dördüncüsü şu. Kültür Bakanımız epeydir yok biliyorsunuz. O bakımdan gözümüz cenazede Turizm Bakanımızı hiç aramadı. Sezai Bey’in ardından “sade suya tirit” bile sayılamayacak son derece kötü o açıklamayı yapmasa da olurdu. Zahmet olmuş. Enjoy yani.
  • Beşincisi şu. Şehzadebaşı Camii bahçesindeki herkesin dilinde ya Kur’ân ve salavat yahut Sezai Bey’in o dizeleri vardı:
  • “Yerleşecek yer aramak
  • Camiinin avlusunda
  • Soğuk bir taşa oturmak
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
  • Başı avuçlara almak
  • Kuşların kanatlarını toplamak
  • Gecenin çatıkatından
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
  • Yoldan geçen birkaç çocuk
  • Kubbeyi tutan aydınlık
  • Mezarlarda yeni sesler
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
  • Lale gibi çeşmeleri
  • Menekşeden sebilleri
  • Türbeleri bir şelale
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
  • Külahıyla yunus Emre
  • Sarığıyla Akşemseddin
  • Kavuğuyla Mimarsinan
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
  • Tek başına veli ağaç
  • Dallarıyla taşır göğü
  • Köklerine bağlı Toprak
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
  • Kafdağından daha yüksek
  • Çin Seddinden daha uzun
  • İçimizde med ve cezir
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
  • Gün doğmadan şehzadeler
  • Ellerinde meşaleler
  • Şehzadebaşını gezerler
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
  • Cin Halkından kafileler
  • Katır sırtında geçerler
  • Kıra kıra kemanları
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
  • Kızaran ufka selam
  • Süleymaniye’den Beyazıt’tan
  • Mutlaka olmak isterim
  • Gün doğmadan şehzadebaşında
  • Gün de doğar gün de doğar
  • Bir gün mutlaka gün doğar
  • Gün doğmadan neler doğar
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda"
#Kadıköy
#Mona Rosa
#Hızır
#Sezai Karakoç