Ofisimizin tam yanında, yani çaycı Vehbi abinin dükkanı ile aramızda küçük bir dükkan daha var. Tek katlı. Eskiden mobilyacıymış. Şimdi, bir hurdacının geniş deposunun bir parçası haline gelmiş. Bu tek katlı binanın çatısı en son yirmi yıl önce falan aktarılmış olmalı. Yağmur yağdığında su aşağıya akmasın diye aralarına duralitler hatta suntalar konulmuş zaman içerisinde. Hepsi o. Bir hususiyeti daha var çatının. Bitişik nizam halinde hurda deposunu çevreleyen diğer çatılara da bağlantılı. Bu bahsettiğimiz
Ofisimizin tam yanında, yani çaycı Vehbi abinin dükkanı ile aramızda küçük bir dükkan daha var. Tek katlı. Eskiden mobilyacıymış. Şimdi, bir hurdacının geniş deposunun bir parçası haline gelmiş.
Bu tek katlı binanın çatısı en son yirmi yıl önce falan aktarılmış olmalı. Yağmur yağdığında su aşağıya akmasın diye aralarına duralitler hatta suntalar konulmuş zaman içerisinde. Hepsi o.
Bir hususiyeti daha var çatının. Bitişik nizam halinde hurda deposunu çevreleyen diğer çatılara da bağlantılı. Bu bahsettiğimiz çatı yerden üç, bilemedin üç buçuk metreyken, üzerinden yürüyüp gidersen beş, altı metrelik diğer çatılara da erişimin oluyor.
Unutuyordum. Vehbi abinin iki katlı çay ocağının üst katının penceresi doğrudan bu çatıya açılıyor. Sıcak Üsküdar günlerinde Vehbi abi, pencereyi ardına kadar açıyor ki biraz essin.
O gün masamda oturmuş, vardan yoktan çalışırken bir yetişkin erkek bağırtısı koptu kulağımın dibinde. “Kaan, sakın bu tarafa gelme Kaan, bekle orada.”
Önce tabii ki kavga var zannettim. Adamın biri, Kaan diye başka birini düelloya davet bile ediyor olabilirdi. Öyle bir bağırtı. Eh, serde merak var ya. Uzattım küçük penceremden kafamı.
Kaan’la öyle karşılaştık. Belli ki Kaan, çay ocağının üst katının penceresinden, hiç de sağlam olmayan çatıya fıymıştı. Üstelik anladığım kadarıyla “aşağıda ne olduğuna bakmak” için çatının ucuna kadar gidiyor, babasının ve aşağıdaki insanların endişe ve korku dolu bakışlarına hiç aldırış etmeden çatının ucundan sarkabildiği kadar sarkarak olana bitene anlam vermeye çabalıyordu.
Beş, belki de altı yaşında, dal gibi bir erkek çocuğuydu Kaan. Babası, “belki Kaan çatıdan aşağı atlar” korkusuyla çatının altından hiç ayrılmıyor, pencerede bir delikanlı Kaan’a “ne olur buraya gel” diye yalvarıyor, evlerden topladığı ikinci el kitapları önce bana getiren Niğdeli arabacı Fatih abi çatının arkasına çıkmış, Kaan’ın olası bir hamlesinde onu kucaklayıp kurtarmayı hesap ediyordu.
Fakat Kaan, oralı bile değildi. Babasının yalvarışlarına, etraftakilerin “gel” deyişine hiç itibar etmiyor, ağzını bile açmadan çatıda bir ileri bir geri giderek bir bakıma “ortamın yıldızı” olmanın tadını çıkarıyordu.
Sonra olaylar şöyle gelişti. Fatih abi, çatıya arkasından çıkıp çürük kiremitlere dikkatle basarak Kaan’ı yakalamaya çalıştı. Bu hamleye sinirlendiğini düşündüğüm Kaan, bu sefer arka çatılara doğru seğirtti. Bu seğirtişte, pencereden gördüğüm manzara beni çok ürküttü. Kaan, her adımında bana daha da çürük gelen kiremitlere basıyor, ben de “düştü, düşecek” korkusuyla izliyordum o yürüyüşü.
Gitti, arka çatıları dolaşıp tekrar aynı çatıya döndü Kaan. Bu esnada Vehbi abi “ne olacaksa olsun” deyip çıktı çatıya. Bir yanlış adımda düşmesi mukadder görünüyordu. Kaan’a “sen gazozunu bitirmiş miydin?” falan diye yaklaşarak tek hamlede aldı çocuğu kucağına.
“Abi aman dikkat” seslenişleri arasında pencereden içeri sokmayı başardı Kaan’ı. Kaan’ın dünya denen sahneye çıktığını da, kendisini uyaran herkese kulağını tıkadığını da gözlerimle gördüm. Kaan’ı kurtarmak isteyen herkesin, Kaan’ın hiç kimseyi ve hiçbir kuralı dikkate almaması yüzünden çaresiz kalışını gördüm.
Sonunda birinin Kaan’ı yine “dünya sahnesinden bir şey” ile kandırarak ikna ettiğini de gördüm.
Kaan’ın o birkaç dakikalık macerası bana insanın bütün dünyadaki yolculuğunu özetledi. Bastığı kiremitlerin sağlam olup olmadığını önemsemeden, “orası değil, oradan değil, o şekilde değil” diyenlere kulağını tıkayıp yürüyor insan.
Dünya hayatını bir oyun ve eğlence haline getiren de, bu oyun ve eğlenceyi tehlikeli hale getiren de tam olarak bu işte.
Kaan’a müteşekkirim elbette bana verdiği ders için. Ama bu dersten bir şey öğrendiğimi de pek söyleyemem. Çünkü sağlam olmayan kiremitlere basa basa yürümeye devam ediyorum. Uzatılan her gazoza “eyvallah” ederek yaşamaya devam ediyorum.