Girilemeyen ormanlardan bazıları

04:007/11/2021, Pazar
G: 7/11/2021, Pazar
İsmail Kılıçarslan

“Ömer Baba’dan duymuştum ilkin” dedim sonbaharlı bir Taksim akşamının hiç turist almayan o kafesindeki kalabalık masasında. “Halbuki” dedim, “-kaf duraktır. Araplar develeri dursun diye ‘kıf’ derler mesela. Kur’an’da -kaf da, kıf da duraktır ve durulur mesela. Ama Ömer Baba, o duymakta çok zorlandığımız sesiyle bize sohbet ettikten sonra elini dizine öyle bir vurup öyle bir -kaf dedi ki, bizim gibi bu seslenişi hayatında ilk kez duyan iki arkadaş bile kalkmak zorunda hissetti kendini. Kalktık ve

“Ömer Baba’dan duymuştum ilkin” dedim sonbaharlı bir Taksim akşamının hiç turist almayan o kafesindeki kalabalık masasında. “Halbuki” dedim, “-kaf duraktır. Araplar develeri dursun diye ‘kıf’ derler mesela. Kur’an’da -kaf da, kıf da duraktır ve durulur mesela. Ama Ömer Baba, o duymakta çok zorlandığımız sesiyle bize sohbet ettikten sonra elini dizine öyle bir vurup öyle bir -kaf dedi ki, bizim gibi bu seslenişi hayatında ilk kez duyan iki arkadaş bile kalkmak zorunda hissetti kendini. Kalktık ve devrana girip seyran ettik. Yanmalardan yanma seçtik kendimize ve pervaneleştik. Döne döne can vereceğimizi düşündük hatta. Orada öylece, İstanbul’un bir uzak semtinin bir uzak mahallesinde, sanki eşyaları bin yıl önce konulmuş ve bir daha hiç kaldırılmamış gibi duran o çatı katında ateşe yürüdük.”

Ne anlatıyordum ben? Üstelik bu anlattığımı niçin tam burada ve tam şimdi anlatıyordum? Özlediğim neydi? Bana -kaf denmesi mi? Ayağa kalkmak mı? Pervane olmak mı? Yanmak mı?

Sisli bir İstanbul gecesini yarıp arabamı evin yakınında bir yerlere park ettikten sonra eve çıktığımda da düşünmeye devam ettim bunu. Eşimle birlikte koku ustası Levent abinin Mersin’den yolladığı kokuları paketlerinden çıkarıp koklarken bile devam ettim bunu düşünmeye. Kokular burnumu doğruca ruhuma temas ederlerken bile.

Öyle işte insanlar. Adamın biri bir çiçek bahçesinin kokusunu hayal ediyor ve onu bir şişeye dolduruyor. Çiçek bahçesi değil elbette ama çiçek bahçesinin gölgesi. Yetiyor o bize. Daha fazlasını hayal edebilen insanlar değiliz çünkü biz. Hiç birimizin bir çiçek bahçesi yok. Gerçek çiçek bahçelerine sahip olanlarımızın bile. 2+1 evlerimizde, küçük şişelere sığdırılmış konsantre mutlulukların insanlarıyız biz. İnstagram üzerinden “mutluluk kutusu” satıyorlar bize. Onu satın alıyor ve birini mutlu etmek için yolluyoruz.

Halbuki hiçbirimiz, o en temel yerimiz itibariyle, mutlu değiliz.

Kendimizi mutlu hissettiğimiz anlar yok mu? Var elbette. Fakat o mutluluk değil. Sevinç, heyecan, huzur gibi başka duyguları mutluluk zannederek bir simülasyonun içine atıyoruz kendimizi. Ateşe atmak yerine. Pervaneleşmek yerine. Yanmak yerine.

Mutluluk diye bir şey yok çünkü. Adem ve Havva cennetten dünyaya gönderildiğinden beri böyle bu. Küçük, parlak anlar var evet. Ama o küçük, parlak anların dışında hayatımız koca bir mutsuzluktan ibaret.

Tabii, “anlam arayışı” konusunda kendimizi yeteri kadar kandırabiliyorsak o başka. Yeteri kadar kandırabiliyorsak çünkü kalbimizi “mutmain” zannediyoruz da ondan başka.

Ertesi sabah Çengelköy’de denizin tam kenarında kahvaltı ederken, yani mutluluğa en çok benzeyen o anda söyledim bunu eşime. “İçinden çıkamadığımız durumları kabullenmenin toplamına yaşamak diyoruz” dedim. Bunu tam olarak böyle mi söyledim yoksa böyle söylemeyi mi düşündüm hatırlamıyorum. Belki de eşanlamlı bir cümle kurarak şöyle demişimdir: “Çok sis var.”

Durun. Başka bir şey hatırladım. Dün geceye dönelim. Arabada, arkadaşlarımı evlerine bırakmak üzere Yenikapı civarındayken ve tam da oratoryodan sonra Müslüm Baba dinleyerek “söze sığınmanın” peşinde koşarken söyledim. “Dünyaya gelmiş olmakla yaralanıyoruz. Yaramız iyileşir sanıyoruz. Oysa iyileşmez. Kabullenmek gerek iyileşmeyeceğini. Yaramızla yaşamayı öğrenmemiz gerek.”

Durun. Başka bir şey daha hatırladım. O gün Batman’da “kitabıma Brahim’e diye imza atar mısınız?” diye soran Elazığlı Brahim başka bir şey daha sordu bana. Bir dizemi sordu. Şöyle sordu: “Abi sen İsmet Özel’e ‘Milli Şef’in treni niçin beyaz?’ sorusunu sordun ve cevap alamadın. Ben de sana senin bir dizeni soracağım: Bu içerideki ağrıyı hangi film, hangi kadın, hangi dize dindirir?”

Hiç duraksamadan “hiçbir şey” diye cevap verdim Brahim’e. Çünkü elime herhangi bir cevap geçirebilmiş değilim. Hatta dahası belki henüz bir soru sorabilmiş bile değilim. Bana bir soru sorabilme nimeti bile bahşedilmemiş olabilir yani.

Etrafımda “cevabı bulmuş” bunca insanın varlığını belki de en çok bunun için yadırgıyorumdur. Dünyadaki yerimi yadırgar gibi. Oysa soru belki de şu: “Soru nedir?”

Durun. Başka bir şey daha hatırladım. “Girilemeyen ormanlardan bazıları” benim “sonra nasılsa yazarım” diye zihnimin kenarına not ettiğim bir şiir başlığı idi. Yine şiir bozdurduk iyi mi?

Yunus Emre Oratoryosu’nu niçin beğenmedim?

  • Abdülbaki Gölpınarlı rahmetlinin “Yunus mu yalan söylüyor oratoryo mu?” yazısının cümlelerine bir uğrayalım önce: “Yunus yalnız mistik olsaydı ölüm korkusundan, tanrı aşkından, niyaz, inkiyad ve tevekkülden, nihayet son nefesini vermeye hazırlanışından ibaret olsaydı çoktan ölecek, Sayın Ahmet Adnan Saygun’dan kurtulmuş olacaktı.”
  • Oyuncu arkadaşım Betül Alganatay davet edince “Atatürk Kültür Merkezi’nin yeni halini de görmüş olurum” diyerek memnuniyetle kabul ettim teklifi. Kalabalık bir arkadaş grubu ile izledik Yunus Emre Oratoryosu’nu.
  • Türk Beşleri’nin önemli parçası Ahmet Adnan Saygun tarafından bestelenen oratoryo neredeyse kusursuz şekilde icra edildi. Beste zaten olağanüstü güzeldi. Koro, enstrüman icracıları ve solistler de öyle. Olağanüstü bir emek verildiği de ortadaydı. Mest olarak dinledim işin müzik kısmını.
  • O halde niçin beğenmedim Yunus Emre Oratoryosu’nu? Çünkü Yunus’un şiirleri Türkçe’den çok İtalyanca gibiydi. Hiçbir şekilde hiçbir şey anlamadığımız bazı sesleri çok intizamlı şekilde duyuyorduk elbette ama duyduğumuz Yunus değildi. Başka birinin sözlerini dinler gibiydik.
  • Bence bunun nedeni çok açık. Bizim için “söz”, “önce söz vardı, sonra yine hep söz oldu” diyebileceğimiz denli önemli bir şeydir. Bu sözün sultanlarından biri de Yunus’tur. Bütünüyle “sözden ibaret” Yunus’u, bütünüyle “ses”ten ibaret bir şeyin içine yerleştirirseniz Yunus da acı çeker, oratoryo da. Çekmiş de zaten.
  • Oratoryo, bale, opera gibi “bütünüyle başka medeniyet kodları” üzerinden gerçekleştirilen sanat dallarına “bizim unsurlarımız”ı yerleştirince “Türk operası, Türk balesi, Türk oratoryosu” olmuyor işte. On yıllardır zorlayıp duruyoruz ama “sözün sultanlığı” bizim için genetik bir mesele. O bakımdan böylesi sanatları “oryantalize” etmeye çalışmak yerine Batı’nın icra ettiği şekilde ve bütünüyle Batı tarafından üretilmiş işlerle yola devam etmek yegane çözüm.
  • AKM’nin açılışında sergilenen ve bir kısmını TV’den izlediğim Mimar Sinan Operası bu bakımdan berbattı mesela. Bütünüyle “oksimoron” diyebileceğimiz bir uyuşmazlık vardı Mimar Sinan ve opera arasında. İkisini bir araya getirmenin ne gereği var? Ya Aida’yı sahnele yahut bizim genetiğimize daha uygun olan tiyatro sanatını kullanarak Turan Oflaz rahmetlinin nefis Mimar Sinan oyununu. Aida ile Mimar Sinan’ı meczetmenin hiçbir mantığı yok.
  • Ahmet Adnan Saygun’un olağanüstü güzel müziklerine de yazık, Yunus Emre’nin çağları sarsan sözlerine de. Vazgeçsek mi artık bundan?

AKM’den çıkınca, gecesini yıllardır görmediğim İstiklal Caddesi’ne meydan istikametinden girip Galatasaray’a kadar sallana sallana yürüdük. En merak ettiğim şey “İstiklal’i Araplar ele geçirdi” yaygarasının doğru olup olmadığı meselesi idi.

Kızmayın ama cuma akşamı İstiklal’ini Araplar bakımından değil de Türkler bakımından berbat buldum asıl. Seneler önce ofisim oradayken santim santim gözlemlediğim İstiklal’de gördüğüm neredeyse tek şey “Türklerin kalitesinin olağanüstü düştüğü” yönündeydi. Saat 22.00 bile değilken sarhoşluktan gözünün önünü göremeyen kızlar da Türk’tü; o kızların yanında bostan korkuluğu gibi dikilmekten başka bir şey yapmayan delikanlılar da Türk’tü. İşlettiği lokantada masaları doğru düzgün silme becerisi bile geliştiremeyen işletmeci de Türk’tü; “Halkalı istikameti dışında yolcu almıyorum kardeşim” diye tıslayan taksici de Türk’tü. Hatta Galatasaray Lisesi’nin önünde şövalelere ortalamasının ortalaması fotoğraflar astırıp “sergi” adı altında binlerce insana kakalayan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı bile Türk’tü.

Gündüzünü bilmem tabii, ama İstiklal’in gecesi, Türkler açısından benim daha önce bir benzerini görmediğim derecede berbat, leş gibi bir geceydi.

Siz yine suçu Araplara atın atacaksanız tabii de “toplam yaşam görgümüzün” dibe vurduğu gerçeğini de aklınızdan çıkarmamaya çabalayın. Böylesi sanki daha şey olacak!

#Arap
#İstanbul
#Adem
#Havva
#Çengelköy