“Ömer Baba’dan duymuştum ilkin” dedim sonbaharlı bir Taksim akşamının hiç turist almayan o kafesindeki kalabalık masasında. “Halbuki” dedim, “-kaf duraktır. Araplar develeri dursun diye ‘kıf’ derler mesela. Kur’an’da -kaf da, kıf da duraktır ve durulur mesela. Ama Ömer Baba, o duymakta çok zorlandığımız sesiyle bize sohbet ettikten sonra elini dizine öyle bir vurup öyle bir -kaf dedi ki, bizim gibi bu seslenişi hayatında ilk kez duyan iki arkadaş bile kalkmak zorunda hissetti kendini. Kalktık ve devrana girip seyran ettik. Yanmalardan yanma seçtik kendimize ve pervaneleştik. Döne döne can vereceğimizi düşündük hatta. Orada öylece, İstanbul’un bir uzak semtinin bir uzak mahallesinde, sanki eşyaları bin yıl önce konulmuş ve bir daha hiç kaldırılmamış gibi duran o çatı katında ateşe yürüdük.”
Ne anlatıyordum ben? Üstelik bu anlattığımı niçin tam burada ve tam şimdi anlatıyordum? Özlediğim neydi? Bana -kaf denmesi mi? Ayağa kalkmak mı? Pervane olmak mı? Yanmak mı?
Sisli bir İstanbul gecesini yarıp arabamı evin yakınında bir yerlere park ettikten sonra eve çıktığımda da düşünmeye devam ettim bunu. Eşimle birlikte koku ustası Levent abinin Mersin’den yolladığı kokuları paketlerinden çıkarıp koklarken bile devam ettim bunu düşünmeye. Kokular burnumu doğruca ruhuma temas ederlerken bile.
Öyle işte insanlar. Adamın biri bir çiçek bahçesinin kokusunu hayal ediyor ve onu bir şişeye dolduruyor. Çiçek bahçesi değil elbette ama çiçek bahçesinin gölgesi. Yetiyor o bize. Daha fazlasını hayal edebilen insanlar değiliz çünkü biz. Hiç birimizin bir çiçek bahçesi yok. Gerçek çiçek bahçelerine sahip olanlarımızın bile. 2+1 evlerimizde, küçük şişelere sığdırılmış konsantre mutlulukların insanlarıyız biz. İnstagram üzerinden “mutluluk kutusu” satıyorlar bize. Onu satın alıyor ve birini mutlu etmek için yolluyoruz.
Halbuki hiçbirimiz, o en temel yerimiz itibariyle, mutlu değiliz.
Kendimizi mutlu hissettiğimiz anlar yok mu? Var elbette. Fakat o mutluluk değil. Sevinç, heyecan, huzur gibi başka duyguları mutluluk zannederek bir simülasyonun içine atıyoruz kendimizi. Ateşe atmak yerine. Pervaneleşmek yerine. Yanmak yerine.
Mutluluk diye bir şey yok çünkü. Adem ve Havva cennetten dünyaya gönderildiğinden beri böyle bu. Küçük, parlak anlar var evet. Ama o küçük, parlak anların dışında hayatımız koca bir mutsuzluktan ibaret.
Tabii, “anlam arayışı” konusunda kendimizi yeteri kadar kandırabiliyorsak o başka. Yeteri kadar kandırabiliyorsak çünkü kalbimizi “mutmain” zannediyoruz da ondan başka.
Ertesi sabah Çengelköy’de denizin tam kenarında kahvaltı ederken, yani mutluluğa en çok benzeyen o anda söyledim bunu eşime. “İçinden çıkamadığımız durumları kabullenmenin toplamına yaşamak diyoruz” dedim. Bunu tam olarak böyle mi söyledim yoksa böyle söylemeyi mi düşündüm hatırlamıyorum. Belki de eşanlamlı bir cümle kurarak şöyle demişimdir: “Çok sis var.”
Durun. Başka bir şey hatırladım. Dün geceye dönelim. Arabada, arkadaşlarımı evlerine bırakmak üzere Yenikapı civarındayken ve tam da oratoryodan sonra Müslüm Baba dinleyerek “söze sığınmanın” peşinde koşarken söyledim. “Dünyaya gelmiş olmakla yaralanıyoruz. Yaramız iyileşir sanıyoruz. Oysa iyileşmez. Kabullenmek gerek iyileşmeyeceğini. Yaramızla yaşamayı öğrenmemiz gerek.”
Durun. Başka bir şey daha hatırladım. O gün Batman’da “kitabıma Brahim’e diye imza atar mısınız?” diye soran Elazığlı Brahim başka bir şey daha sordu bana. Bir dizemi sordu. Şöyle sordu: “Abi sen İsmet Özel’e ‘Milli Şef’in treni niçin beyaz?’ sorusunu sordun ve cevap alamadın. Ben de sana senin bir dizeni soracağım: Bu içerideki ağrıyı hangi film, hangi kadın, hangi dize dindirir?”
Hiç duraksamadan “hiçbir şey” diye cevap verdim Brahim’e. Çünkü elime herhangi bir cevap geçirebilmiş değilim. Hatta dahası belki henüz bir soru sorabilmiş bile değilim. Bana bir soru sorabilme nimeti bile bahşedilmemiş olabilir yani.
Etrafımda “cevabı bulmuş” bunca insanın varlığını belki de en çok bunun için yadırgıyorumdur. Dünyadaki yerimi yadırgar gibi. Oysa soru belki de şu: “Soru nedir?”
Durun. Başka bir şey daha hatırladım. “Girilemeyen ormanlardan bazıları” benim “sonra nasılsa yazarım” diye zihnimin kenarına not ettiğim bir şiir başlığı idi. Yine şiir bozdurduk iyi mi?
AKM’den çıkınca, gecesini yıllardır görmediğim İstiklal Caddesi’ne meydan istikametinden girip Galatasaray’a kadar sallana sallana yürüdük. En merak ettiğim şey “İstiklal’i Araplar ele geçirdi” yaygarasının doğru olup olmadığı meselesi idi.
Kızmayın ama cuma akşamı İstiklal’ini Araplar bakımından değil de Türkler bakımından berbat buldum asıl. Seneler önce ofisim oradayken santim santim gözlemlediğim İstiklal’de gördüğüm neredeyse tek şey “Türklerin kalitesinin olağanüstü düştüğü” yönündeydi. Saat 22.00 bile değilken sarhoşluktan gözünün önünü göremeyen kızlar da Türk’tü; o kızların yanında bostan korkuluğu gibi dikilmekten başka bir şey yapmayan delikanlılar da Türk’tü. İşlettiği lokantada masaları doğru düzgün silme becerisi bile geliştiremeyen işletmeci de Türk’tü; “Halkalı istikameti dışında yolcu almıyorum kardeşim” diye tıslayan taksici de Türk’tü. Hatta Galatasaray Lisesi’nin önünde şövalelere ortalamasının ortalaması fotoğraflar astırıp “sergi” adı altında binlerce insana kakalayan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı bile Türk’tü.
Gündüzünü bilmem tabii, ama İstiklal’in gecesi, Türkler açısından benim daha önce bir benzerini görmediğim derecede berbat, leş gibi bir geceydi.
Siz yine suçu Araplara atın atacaksanız tabii de “toplam yaşam görgümüzün” dibe vurduğu gerçeğini de aklınızdan çıkarmamaya çabalayın. Böylesi sanki daha şey olacak!
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.