Kimse düşlemedi düşünde beni. “Düşünde düş düşleyen düşsel bir düşçü” demişti şairin biri. O düşçünün bile düşüne girmedim. Bir kez bile düşlemediler beni. Beni kimse düşlemeyince yalnız değil, düşsüz kaldım. Hatırlamaktan ve ıssızlıktan, uzaklıktan ve korkudan yapılmış bir çölün ortasında vaha arayarak ömür tüketmektense oturup kalmayı ve öylece unutulmayı seçtim.
Anlamazsınız siz.
Aralık kalmış bir kapıya benziyorum ben. Ne tam açık ne tam kapalı… Ne ışığın aydınlığını bütünüyle süzebiliyorum odaya ne mevsimin soğuğunu sızdırmamaya yetiyor gücüm. Hem merak ediyorum orada, odanın dışında konuşulanları duymayı hem bütünüyle kapatmak istiyorum kendimi bütün seslere. İkisini de başaramıyorum. Beni yavaşça açmak istediklerinde zorluk çıkarıyorum bunu yapmak isteyene. Ve direniyorum bütünüyle kapatmayı arzulayanlara. Böylece yaşamımın kendisi, aralığımın da kendisi oluyor. Eksik değil eksiltilmiş. Açık değil aralık. Kapalı değil aralık.
Anlamazsınız siz.
Bir sandalyenin boşluktaki ayağına sıkıştırılmış eski bir gazete parçası gibi hissediyorum kendimi. İnsanlar ancak bir sandalyenin üzerine tedirgin olmadan oturabilmek için kullanıyorlar beni. Sandalye sallanmasın, zemin kaymasın, rahatça oturabilsin diye. Sıkıştığım yerde, sadece aptalların razı gelebileceği bir tatmin hissi yaşayarak avutuyorum kendimi. Diyorum ki “bir işe yaradım işte.” Bir an bile aklıma getirmiyorum zemin düzeldiğinde yahut sandalye değiştirildiğinde kaçınılmaz olanın gerçekleşeceğini. Bir kenara atılacağımı geçirmiyorum bile aklımdan. “Oh” diyorum, “birinin oturmasına yardım ettim işte.”
Anlamazsınız siz.
Muhteşem dokunan bir kumaşın kaçırılan ilmeğiyim ben. Defoluyum. Ustam kumaşımı dokurken gözünün ferini akıttı, elinin emeğini verdi ona. Ne ki bir anlık dalgınlıkla, hatta belki bir anlık kızgınlıkla, hatta belki bir küçücük sevinç boşluğuyla kaçırdı beni. Ve attı kumaşı benim yüzümden kenardaki “defolular” sepetine. O kumaştan gömlekler, ceketler, elbiseler olurdu. Ütülenirdi o kumaş, dolaplara asılırdı, insanların sevinçli günlerinde “şunu giyeyim bugün” dedirtirdi kendi hakkında. Ustam beni kaçırdığı için bir kenara atıldı şimdi o kumaş. Kim bilir kim, benim yüzümden “defoluymuş” deyip alacak kumaşı ve kim bilir ne yapacaklar ondan. En iyi ihtimalle bir mendil… Daha kötü ihtimalle bir toz bezi.
Anlamazsınız siz.
Çok iyi başlayıp devam eden bir şiirin bulanamayan dizesiyim ben. Şiir benim yüzümden yarım kaldı ve şair benim yüzümden terk etti onu. Bir ağaç ismi arıyordu belki. Belki bir balığın yüzerkenki çabasızlığını anlatmak için en uygun tamlamanın peşindeydi. Hatta belki basit, süssüz bir seslenişten kuracaktı beni. “Ey” olacaktım belki ben ve şair sevecekti “ey diyenler”i. Ama bulamadı beni. Bir şairin aradığı olmayı başardım başarmasına ama olamadım bir türlü bir şairin bulduğu. “Ey” diyecekti belki de ve “ey” olacaktım ben. Hatta belki de sadece “ey” olmak yakışacaktı bana ve şiire. Bir sesleniş, bir ünleme, bir çağrı, bir vızıltı olacaktım belki de ve tamam edecektim bir şiiri. Şiiri tamam edince tamam olacaktım. Şimdi bitirilemeyen bir şiirin bulunamayan bir dizesi olarak biri beni bulsun diye bekliyorum harflerden ve hecelerden, kelimelerden ve hayallerden oluşan kocaman bir ormanda. Çok canım sıkılıyor.
Anlamazsınız siz.
Uzun bir yazının bir tülü bitirilemeyen son paragrafıyım ben. Yazar beni oflaya puflaya ve “yerim dolsun da bu da çıksın işte aradan” diye yazmaya başladı. O parlak benzetmelerini, o ışıklı betimlemelerini çağırmadı imdada. Dümdüz yazdı beni. Yeri dolsun ve yazısı bitsin diye. Düşünmedi uzun uzadıya. Çalakalem yazdı beni. Alelusul ve aleladenin karışımından elde etti beni. Sevmedi beni yazar. Ama mecburdu da buna.
Anlamazsınız siz.
Geçtiğimiz hafta içi Emine Erdoğan Hanımefendi’nin gayreti ve himayesiyle hayata geçirilen “Türk Dokuma Atlası” projesinin lansmanına katıldım.
Üsküdar çatması, Buldan bezi, Ankara sofu, şal şapik, ehram, beledi, Şile bezi… Proje kapsamında Türkiye’nin en önemli tasarımcıları Türk dokuma tarihinin en önemli dokumalarıyla bir koleksiyon hazırlamışlar. Koleksiyonun teması ise “Geçmişten Geleceğe…”
Doğrusu, kimisi üç-dört bin yıldır bu topraklarda dokunan bu kumaşların “yeniden dolaşıma sokulması” fikrini çok sevdim. Çünkü “kültürel miras” dediğimiz şey tam da buradan ve bu şekilde korunur. Endüstriye dahil eder, endüstriyel devamlılığını sağlarsanız “kültürel miras”ınız da yaşar.
“Endüstri” ile “kültürel miras”ı yan yana zikredince huylanan insanların varlığından eminim. Ama bunu şöyle düşünün lütfen. Ankara’da sof dokuyan insanların varlığının devamı doğal olarak bu sofların satılmasıyla mümkün. Ankara sofu, müzeye kaldırıldığında değil, genç kızlarımız gelinliklerinde o kumaşı tercih ettiklerinde yaşar.
Türkiye Dokuma Atlası projesi çerçevesinde gördüğüm dokumalarımızın endüstriyel şansları çok yüksek bence. Zira hemen tamamı doğalın doğalı yöntemlerle üretiliyor ve modern insanın “doğala dönüş” fikriyle son derece örtüşüyor. Üstelik her biri birbirinden güzel yahu. Daha ne olsun?
Anladığım kadarıyla Emine Erdoğan Hanımefendi’nin projeye destek vermesini sağlayan amaçlarından biri şu: Türk dokumaları dünyanın en iyi tasarımcılarının gündemine girsin, tasarımcılar Türk dokumalarını, bezlerini, kumaşlarını gündemlerine, kreasyonlarına, üretim planlarına alsın.
Bu kısa-orta vadeli amacın bir de uzun vadeli final amacı var. Hem Milli Eğitim Bakanlığı ve hem de Emine Erdoğan Hanımefendi tarafından bir süredir ateşi harlanan “olgunlaşma enstitüleri”nin daha da güçlenmesiyle finalde amaç “Türk tasarımcıların Türk kumaşlarıyla yaptığı tasarımlar dünyada ses getirmeli” haline dönüşecek.
Bekleyelim, görelim.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.