İslâm insanı nerede?

04:0028/01/2018, Pazar
G: 18/09/2019, Çarşamba
Hayreddin Karaman

Önceki yazıda mevcut İslâm insanını değil, olması gerekeni tasvir etmiştik. Sayılan vasıflarıyla “bu insan, bugünlerde aramızda yaşayan insandır” demiyor ve aramızda bunu söyleyecek birinin bulunduğuna da inanmıyoruz.Unutulmaması gereken bir şey daha var ki, o da çizilen bu insan resminin geniş ve derin bir kökten, yâni dinden doğabileceğidir. Dolayısıyla İslâm insanı kendisini meydana getiren terkîbi ancak ebedî bir dinin çocuğu olarak kazanabilir.Hâlihazır durumu, asıl şeklinden bu ölçüde uzak


Önceki yazıda mevcut İslâm insanını değil, olması gerekeni tasvir etmiştik. Sayılan vasıflarıyla “bu insan, bugünlerde aramızda yaşayan insandır” demiyor ve aramızda bunu söyleyecek birinin bulunduğuna da inanmıyoruz.


Unutulmaması gereken bir şey daha var ki, o da çizilen bu insan resminin geniş ve derin bir kökten, yâni dinden doğabileceğidir. Dolayısıyla İslâm insanı kendisini meydana getiren terkîbi ancak ebedî bir dinin çocuğu olarak kazanabilir.

Hâlihazır durumu, asıl şeklinden bu ölçüde uzak olsa da o, bu şekliyle de sağlam bir köke bağlı bulunduğunu, derin bir kaynaktan geldiğini unutmamalıdır. Ve bu asıl şekline, mâhiyetine dönebilmesi imkânsız şeyler arasında değildir. İlk vazifemiz ve en büyük çabamız onu bu sağlam ve asıl şekline kavuşturacak vâsıtaları sunmak ve ortamı hazırlamak için seferberlik ilân etmek olmalıdır. Böyle bir seferberliğin sonuç verebilmesi için iki husus öncelikli ve önemlidir:

1.
İslâm insanının bugünkü hali ve şekli, olması gerekenden farklı olunca ondan beklenen hal ve şekli kazanıncaya kadar elinden tutmanın, buna ehil olanların sorumluluğunda olduğunu bilmemiz gerekiyor.
2.
Ümmet olarak onu, geriye düşmüşlükten kurtarmak için ona göstereceğimiz yol nedir? “Başka ülkelerde denenmiş ve parlak başarılar elde etmiş metot ve sistemleri ithal edip sunmak sûretiyle, onu bu halden kurtarabilir miyiz? Yoksa onun tarihi, karakteri ve medenî terkîbine uyan yeni metot ve sistemler mi bulmaya çalışmalıyız?

Düşünürlerimizin çoğu, kendilerini çepeçevre kuşatan fikrî esaretin baskısı altında, diğer ülkelerde başarıya ulaşmış metot ve sistemleri almaya çağırıyor ve koşuyorlar ve bunun tek hal çâresi, girilmesi zarûrî biricik yol olduğunu zannediyorlar.

Bunların ileri sürdükleri bu iddia ot gibi yerden çıkmış değildir; onun acı, makbûl olmayan bir tarihî kökü vardır. Bunlar, kendilerine ait değerlerin bulunmadığı bir zamanda gözlerini, Batı medeniyetinin parlaklığından kamaşmış olarak açtılar; Batı düşüncesinin liderliğine boyun eğdiler. Bilerek veya bilmeyerek İslâm dünyasının esas problemini, ileri Batı ülkelerinden iktisaden geride kalmış olmaktan ibaret telâkki ettiler. Bundan dolayı da “tedavi yolu ve hal çâresi, Avrupa insanını örnek almak, yoluna düşmek ve izlerini takip etmektir” dediler.

İslâm dünyamıza tatbik edilmek istenen sistem ve metotların, üzerinde başarı kazandığı manevî zemin olması itibâriyle “Avrupa’da ahlâk ve ahlâkîliğin mâhiyeti” onlara sorulmalıdır. Bu soru büyük önem taşıyor; çünkü geri kalmışlığın hangi şekline karşı olursa olsun savaşta başarılı olmanın temel şartı, bütün milletin bu savaşa katılmasıdır. Teklif edilen herhangi bir sistem veya metot ile kaynaşmaya milletin kâbiliyetli ve hazır olmaları da ikinci temel şarttır. Hepimiz kabûl etmişizdir ki milletler, fertlerinin duygu, düşünce, tarih ve medenî terkip kaynaklarıyla uyuşmayan, bunlara ters düşen hiçbir hareket çağrısına cevap vermez, böyle dâvete icâbet etmezler.

Prof. Neccar bu soruya şu cevabı veriyor:

Bu suâle vereceğimiz cevabı kısaltmak istersek; Avrupa düşüncesine hâkim olan mûtâları (doneleri) araştırmamız gerekir. Çünkü bu düşünce, Avrupa tabanı ve Avrupa insanını oluşturan terkip ve ortamın bir meyvesi, bir tezâhürüdür.

Avrupa düşüncesi, kendisini fikir dünyasına sokan değerleri kazandığı günden beri, Darwin, Marks ve Freud’un sunduğu mûtâların (verilerin) hükmü altındadır. Bunların düşünceleri neyi aksettirir, neyi temsil eder dersiniz?

Onlar insanı yeryüzünün halîfesi olarak değil, bir hayvan olarak ele alırlar. Darwin bu insana, hayvanlar içinden bir nesil, bir kök bulabilmek için kendini ne kadar yormuştu. Nitekim Lamark da onun insanlığını bir seçilme ve içinde yaşadığı muhitin şartlarına göre şekillenme esası üzerine açıklamak için didinmiş durmuştu. Freud insanların, yücelerden gelmiş değerlere sahip olduğunu bir türlü kabûl edemedi de onun ahlâkını, örnek davranışlarını içgüdülerin hâkim olduğu veya olsa olsa benlik (ego) istekleri ve üst-benlik (süper-ego) istekleri dediği kuvvetler ile bu içgüdünün uzlaştığı bir zemine oturtmaya çalıştı.

Marks’a gelince; o, önünde, her şeyi ölçüsüne vurduğu ve içinde gördüğü bir diyalektik çatışmadan başka bir şey bulamadı.

Hasılı, Avrupa insanı, felsefesi, düşünce sistemi ve terkibi ile İslâm insanından farklıdır: Birincisi, ibâdet hayatına varıncaya kadar maddeci iken, ikincisi bunun aksinedir. Birincisi, dünyayı ve kâinatı devamlı bir çarpışma ve çatışma içinde görürken, ikincisi öyle değildir. Birincisi, sorumsuz veya düzensiz bir hürriyeti benimserken ikincisi başkadır. Birincisi, başkalarının mahvına sebep olsa dahi yalnızca kendi hayatını, kendisi için yaşarken, ikincisi böyle değildir. Birincisi, değerlerini, örneklerini kendi içinden (nefsinden) veya Freud’un üst benlik dediği seviyeden alırken ikincisi buna uymamaktadır.

(Gelecek yazıda devam edelim)

#İnsan
#İslam
#Medeniyet