1987 yılında bugünkü kadar katılım bankası yoktu ve vatandaşın nakit ihtiyacını bu bankalar karşılamıyorlardı. O yıl İslam Araştırmaları Vakfı (İSAV) bu konuda bir ilmi toplantı yapmıştı ve ben de orada bir tebliğ sunmuştum. Benim temel tezim ölüm veya organ kaybı tehlikesi zaruret hali olduğu gibi temin edilemediği takdirde hayatın zorlaştığı (meşakkat getiren) temel ihtiyaçların (havâic-i asliyenin) de zaruret sayılacağı idi. “Laik düzen içinde dinimizi yaşama” mücadelesi veriyoruz; zaruretin ruhsatlarından yararlanarak zorlukları aşarken bu halin tabiileşmesini engellemenin de tedbirlerini almanın gerekli bulunduğunu daima hatırda tutarım ve hatırlatırım. Konuşmam bitince sorulara ve itirazlara cevap vermiştim. Konuşmam ve cevaplarım ictihad değildi, muteber fıkıh kaynaklarına dayanıyordum. Birkaç yazıda bunu güncelleyerek aktaracağım.
İtiraz:
Zarûret ayrı, hâcet ayrıdır. Mesela buzdolabı, çamaşır makinesi hacet-i aslıyyedir, herkes buna muhtaçtır, evsiz yaşamak zordur, ama bunları temin etmek için gasb veya hırsızlığa başvurmak caiz değildir. Ev sahibi olmak için haram olan ribaya girmek caiz değildir. Teşvik kredisi de böyledir, vatandaş buna muhtaçtır, ama zarûri değildir...
Cevap:
Bu itirazın dayandığı temel düşünce, zarûret ile temel ve önemli hacetin (ihtiyacın) aynı şey olmadığı, zarûretin haramı helal kıldığı, halbuki ihtiyacın böyle bir özelliğinin bulunmadığıdır. Örneklere geçmeden önce bu temel düşünceyi delillerle çürütmek gerekecektir. Bunun için de önce “zarûret ile hacetin haramları mübah kılma bakımından aynı rolü oynadıklarını” ortaya koyan kaide ve ifadeleri verecek, sonra bu kaideye dayanılarak zarûret sayılan ve mahzurların mübah olmasını sağlayan hacet (ihtiyaç) örnekleri vereceğiz.
Konuşmamızda Mecelle’nin 32. maddesi ile Suyûtî’nin el-Eşbâh ve’n-nezâir isimli kitabında geçen kaideyi zikretmiştik. Bu iki kaynak, açık ve kesin bir ifade ile “Hacet (ihtiyaç), umûmi olsun, husûsi olsun zarûret sayılır” diyordu. Aynı ifadeyi Zeynuddin İbn Nuceym’in (v. 970/1563) el-Eşbâh ve’n-nezair isimli eserinde de görüyoruz (c. I, s. 126). Kaidede zikredilen “umûmi ihtiyaç”, amme ihtiyacı, genel ihtiyaç; “husûsi ihtiyaç” ise ferdlerin, şahısların ihtiyacıdır. Genel ihtiyacın hem zarûret sayıldığı, hem de özel ihtiyaçtan daha önemli ve güçlü bulunduğu birçok fıkıh âlimi tarafından zikredilmiştir. Bunların başında büyük Şâfiî fakih İzzüddin b. Abdisselam (v. 660/1262) vardır. el-Kavâ’id isimli eserinin “Ivazlı akitlerle ilgili kaidelerin istisnaları” bahsinde şöyle diyor:
“Haram yeryüzüne öyle yayılsa ki, artık helâl bulunamaz hale gelse, ihtiyaç kadar haramı kullanmak, bundan faydalanmak caiz olur. Bu durumda haramdan faydalanmak, zarûret hallerine bağlı değildir; çünkü haramdan faydalanmak zarûrete bağlı kılınırsa giderek Müslümanlar zayıflar, düşmanlar İslâm topraklarını istilâ ederler, insanlar, amme menfaatini ayakta tutan zanâat ve meslekleri yapamaz hale gelirler. Bu durumda haram maldan, ihtiyacın ötesinde -lüks ve refah seviyesinde- istifade edilemez, ihtiyaç kadar istifade edilebilir. Mesela istifade edilen haram malın başkalarına ait olduğu bilinse, fakat sahipleri henüz bilinemez olsa -ileride de bilinmesi mümkün değilse mal zaten ammeye intikal eder- bu maldan istifade etmek caizdir; çünkü amme menfaati, özel zarûret gibidir. Zarûret bir kimseyi, halkın malını gasbetmeye mecbur bıraksa onun için bu caiz olur; hatta açlık, soğuk, sıcak gibi bir sebeple öleceğinden korksa, bu ihtiyaçlarını karşılayacak malı gasbetmesi gerekli hale gelir. Bir kişiyi hayatta bırakmak için bu gerekli olursa, binlerce hayatı kurtarmak için gerekli olmaz mı? İçinde Allah’ın makbul kullarının da bulunması muhtemel olan toplumu ayakta tutmak, bir kişinin zarûretini gidermekten daha önemlidir ve ona tercih edilir. Din, ilân ettikten sonra sahibi bulunamayan kayıp eşyayı, bulanın yemesini caiz görmüş, bunun için zarûreti şart koşmamıştır. İslâm dininin, “menfâatin elde edilmesi, zararın ve kötülüğün ortadan kaldırılması” maksadına yönelik hükümlerini inceleyen kimsede - hakkında özel bir nas, icmâ ve kıyas bulunmasa dahi -mezkûr maslahatların ihmal edilmesi, sözü edilen mefsedetlere de yaklaşılmaması gerektiği konusunda bir inanç ve bilgi hasıl olur. Dini iyi anlamak kişiyi bu sonuca götürecektir. Bu şuna benzer: Fazilet, hikmet ve akıl sahibi bir insan ile uzun zaman beraber yaşayan, her konuda onun neyi tercih ettiğini ve neyi hoş görmediğini anlayan bir kimse, o zatın hakkında ne dediğini bilmediği bir menfâat-mefsedet meselesi ile karşılaştığı zaman -yol ve âdetini bildiği için- bu konudaki tercihini de kestirebilir...” (Kavâ’du’l-ahkâm, Mısır, 1934, c. II, s. 180-181)
Muâsır âlimlerden Prof.Dr. M. Mustafa Şelebi, Ta’lihu’l-ahkâm isimli eserinde ihtiyacın zarûretle bir tutulduğunu şu satırlarıyla ifade ediyor:
“Deliller zarûret olan menfâate (maslahata) olduğu gibi ihtiyaç seviyesinde bulunan menfâate de itibar edildiğini isbat etmektedir. Birini caiz sayıp diğerini saymamanın delili yoktur. Ayrıca sahâbeden beri geçmiş nesillerin, nass karşısında bile işlettikleri menfâat prensibi, zarûret haline gelen menfaatler değildir. Aslında nass karşısında menfâat prensibi ile amel etmek, akıl ve reyi işletip nassı terketmek değildir; tam aksine bir nas ile ameli, birçok nassa dayanarak askıya almaktır... Şu da unutulmamalıdır ki âlimler “ihtiyaçların zarûret sayılması” kaidesini benimsemişler, bu kaide aralarında meşhur hale gelmiş, tartışmasız kabul edilmiştir.” (Kahire, 1947, s. 302). “Sözün özü Ebû Hanife ve arkadaşları mesalih prensibini kullanmışlar, bununla nassları tahsis etmişler, hatta bazen bunları askıya almışlardır; bu menfâatlerin de kimi zarûret derecesindedir, kimi ondan daha aşağıdadır...” (s. 362 vd.). Şelebi burada Hanefî müctehidlere ait birçok örnek zikretmiştir.
İhtiyacın zarûret kabul edildiğini gösteren örneklere geçmeden önce yine muasır âlimlerden Tunuslu M. et-Tahir b. Aşûr’un, özellikle ictimai ihtiyaca (genel zarûret ve ihtiyaca) dikkat çekmek üzere yaptığı bir tasnifi gözönüne almak faydalı olacaktır: İbn Âşûr’a göre fukahâ, zarûretin ferdlere ait ve geçici olan çeşidi üzerinde durmuş, örneklerini de bu çeşitten seçmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan “...darda kalana (zarûrete düşene) başkasının payına el uzatmamak ve gerekli miktarı aşmamak üzere (haramı yemek ve ondan faydalanmakta) günah yoktur.” (Bakara: 2/173) meâlindeki âyet, geçici ve özel olan zarûretlerle ilgilidir. Bunun yanında biri devamlı, diğeri gelip geçici olmak üzere iki çeşit zarûret daha vardır ki bunlar aynı zamanda genel (umûmi, içtimai) zarûrettir. Umûmi zarûret ve ihtiyacın devamlı olanı, yine devamlı olan istisnai hükümler gerektirdiği için Sünnet kaynağı bu hükümleri getirmiştir; selem, zirai ortakçılık vb. hükümler bu kabildendir. Umumi zarûret ve ihtiyacın gelip geçici olanı da ya ümmetin tamamını, yahut da büyük kitleleri ilgilendirmektedir. Din, ümmetin selâmetini, güçlü olmasını, dirlik ve düzen içinde bulunmasını istemektedir. Dinin bu istek ve maksadı tehlikeye düşer, bu mânâda bir zarûret meydana gelirse ilgili yasaklar kalkar, haramlar helal olur. Şüphe yok ki bu nevi zarûreti ruhsatlarla gidermek, özel zarûreti gidermekten daha önce gelir. (Mekâsıdu’ş-şeri’a, s. 125).
Gelecek Pazar aynı konuya devam edelim.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.