Suriyelilerin bir kısmının sınır dışı edilmesi meselesinin birkaç boyutuyla tartışılması gerekiyor sanırım.
Bu konudaki tavrımız, düşüncemiz bu köşeyi takip edenlerin malumu. Ne var ki yeni başlayanlar için hatırlatma yapmakta beis yok.
Birincisi, Suriye’den Türkiye’ye sürülenlerin önemli bir kısmı gitmeyecek. Bu nedenle Avrupa Birliği
(AB) fonlarıyla değil kendi geliştirdiğimiz yöntem ve formüllerle onların entegrasyonunu sağlamanın yollarını mutlaka bulmalıyız.
AB fonlarını özellikle zikrediyorum zira o fonlar “ayrılığı”, “farklılaşmayı” körüklüyor. Bazılarımızsa o fonların iştahıyla ne yaptığını bilmiyor!
İkincisi, özellikle büyük şehirlerde ve bilhassa İstanbul’da Suriyelilerin gettolaşmasının önüne geçecek formülleri geliştirmek zorundayız.
Bunlarla birlikte “geri dönüş” için mutlaka özendirici, teşvik edici olmalıyız.
SURİYE’DEN SÜRÜLENLER SADECE ESAT’IN SÜRDÜKLERİ DEĞİL
Bir diğer düşüncemiz, Suriye’deki iç savaştan kaçanların sadece Esat zulmünden değil, DAEŞ, PYD/YPG-PKK, El Nusra gibi türlü türlü terör örgütlerinden de kaçtıklarını hatırlatıyoruz.
Her ne hikmetse Suriyeliler söz konusu olduğunda, “Esat zulmünden kaçanlar” ifadesi kullanılıyor. Buna katılmıyoruz
. En az “Esat zulmü” kadar, PYD/YPG-PKK zulmünden, DEAŞ zulmünden, El Nusra, zulmünden ve dahası tüm terör gruplarının zulmünden de kaçanlar olduğunun altını çiziyoruz.
Bütün bunlarla birlikte
Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) diye bildiğimiz bir savaşçı grup var. Yiğit adamlardan oluşuyor.
Bu grup Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile birlikte Suriye’de hem Fırat Kalkanı’nı hem Afrin Zeytin Dalı Harekatı’nı gerçekleştirdi.
ÖSO’ya “asker” bulmakta zorluk çektiğimiz dönemlerde Suriyeli genç erkeklerin büyük şehirlerdeki rahat tavırlarını eleştirdik.
Eleştirme hakkımızı hala mahfuz tutuyoruz.
YENİ BİR NEGBE: SURİYE’NİN KUZEYİNİ SURİYELİSİZLEŞTİRMEK
Asıl mesele ise, İsrail’in kuruluş aşamasında Filistin halkına uygulanan sürgünün bir benzerinin (
Felaket günü. 14 Mayıs 1948)
bugün Suriye’nin kuzeyinde yaşanıyor
olduğunu düşünmemiz.
Her vesile ile meselenin insani ve tarihi arka planını hatırlatanlar, “
Suriye’den Türkiye’ye gelenlerin yüzde 65’i Misakı Milli sınırları içinden gelenlerdir
” diyorlar. Haklılar. Özellikle Suriye’nin kuzeyinde olan bölgelerden gelenlerin oranı daha da fazla.
Hal böyle olunca da bize şu soruyu sorma hakkı doğuyor:
1948’de Filistinlileri Ürdün’e ve çevre ülkelere sürmemiş olsalardı o gün İsrail devleti Filistin topraklarında kurulabilir miydi?
Cevabını biliyoruz. Hayır.
O halde
Suriye’nin kuzeyinden Türkiye’ye sürülenler olmasa PYD/YPG-PKK terör örgütü o bölgeyi işgal edebilir miydi? Ya da işgal etse bile demokrafik yapıyı değiştirmediği sürece orada uzun süreli hakimiyetini kurabilir miydi? Elbette hayır.
OSMANLI İSKAN POLİTİKASINI DA MI BİLMİYORUZ?
Bugün bir ileri fikir daha söyleyeyim. “
” diye bilinen ve yüzyıllarca tıkır tıkır işleyen bir sistem vardı biliyorsunuz.
O sayede Balkanlar’daki hakimiyetimiz yerleşik hale gelmişti. Balkanlar Osmanlı’nın vatanı olmuştu.
Ne var ki 1830’lardan itibaren başlayan patırtı nihayetinde
1912/13 Balkan Harbi ile trajedinin trajedisine dönüştü. Balkanlar’dan sökülüp atıldık. Geride bir avuç bakiyemiz kaldı, öksüz..!
Soru şu: Şayet Balkan Harbi’nde bir rivayete göre 5 milyona yakın insanımızı kaybetmeseydik veya milyonlarca insanımız sürgün yemeseydi, bugün Yunanistan, bugün Bulgaristan, bugün Sırbistan veya Makedonya, Kosova, Karadağ dendiğinde nüfus ve etnik kimlik olarak neleri konuşacaktık?
Oysa şimdi Balkanlar’da ulus devletlerin mikro ölçekli hallerini görüyoruz. Türk ve Müslüman teba ise azınlıkta.
Bu fasılda söylenecek söz çok ama şununla iktifa edelim:
Şayet Filistin’den Filistinlileri süremeselerdi İsrail Filistin topraklarında kurulamazdı. Yine Balkanlar’dan bizi söküp atamasalardı bugün o coğrafyadaki ulus devletlerinden söz edilemezdi.
Bunun için diyorum ki Suriye’nin kuzeyinden Suriyeliler Türkiye’ye sürülmeseydi bugün PYD/YPG-PKK terör koridorunun oluşmaması için bu kadar askeri müdahaleye gerek kalmazdı.
Çünkü oranın yerleşik halkı buna mani olurdu.
Bir de unutmadan,
Osmanlı çöküş döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Balkanlar’dan gelenler bile bir iskan planı dahilinde Anadolu’ya yerleştirilmişlerdir. Hiç kimse “Saldım çayıra…” denip başı boş bırakılmamıştır.
Suriyeliler meselesini tekrar yazmamızın nedenine gelirsek. Evvela “Arapça tabelalar” ile başlayan sonra “Kaçak yollarla Türkiye’ye giriş yapanlar”la devam eden ve bugünlerde “Çalışma izni olmayanlarla, İstanbul’da ikameti bulunmayanlar” ile devam eden bir süreç yaşanıyor.
Şunu söylemek isterim. İstanbul’a Gaziantep’ten gelen
Vali Ali Yerlikaya için, “Gaziantep’teki Suriyeliler politikasına benzer bir politikayı İstanbul’da da uygulaması bekleniyor”
türlü ifadeler kulaktan kulağa yayılmıştı.
Gaziantep örneği İstanbul’a ne kadar uyar sorusu kocaman bir muamma. Zira Halep ile Gaziantep arasındaki ilişki Türkiye-Suriye ilişkilerinin en berbat olduğu dönemde bile, (baba Esat zamanında bile) çok güçlüydü.
Konumuza dönecek olursak… İstanbul Valiliği’nden dün yazılı bir açıklama yapıldı.
Açıklamada,
“Geçici koruma kapsamında olmakla birlikte, İstanbul’da kaydı olmayan (diğer illere kayıtlı) Suriye uyruklu yabancıların, kayıtlı bulundukları illere geri dönmeleri için 20 Ağustos 2019 tarihine kadar süre verilmiştir”
denildi.
İçişleri Bakanlığı’nın talimatı ile valilik tarafından başlatılan “Suriyelilerin İstanbul’dan gönderilmesi” sürecinin doğru fakat yöntem olarak yanlışlığına dikkat çekmek istiyorum.
Doğru, çünkü İstanbul’da kayıt dışı yabancı istenmiyor. Yanlış, çünkü Suriyelilerin bu şehre kolayca gelip yerleşmesine bugüne kadar müsaade edildi. Hiçbir vakit, gelmemeleri konusunda uyarılmadı. Hatta uyaranlar uyarıldı!
Dileriz ki Suriye’deki iç savaş bir an önce biter.
Dileriz ki Suriye’nin kuzeyinde kurulmak istenen terör koridoru Türkiye’nin çabasıyla “Barış koridoru”na döner.
Dileriz ki Suriyeliler vatanlarına döner.
Dönmeyenler de içimizden birileri olarak sağlıklı entegrasyon ile bizimle birlikte yaşar.