28 Şubat… “Cambaza bak” denilip milletin değerlerini ve servetini çaldılar

04:0027/02/2018, Salı
G: 27/02/2018, Salı
Hasan Öztürk

Ankara’yı kendi rızam dışında 2 kez terk etmek zorunda kaldım. Birincisi 1987 yılında. Diğeri 10 yıl sonra 1997’de.1987 yılında çocuk yaşta üniversite öğrencisiyken “başörtülü kız öğrencilere” verdiğim “doğal” destek nedeniyle aldığım tehditler yüzünden kendimi bir anda İzmir’de bulmuştum. Korku ve tedirginlik yaşayarak.Zaman geçip, yara küllenince döndüğüm Ankara’dan bu kez 28 Şubat kararlarının uygulamaya konulduğu o karanlık günlerde ayrıldım. Bu kez bulduğum çare “Askere gitmek”ti! Öyle de yaptım.Çünkü

Ankara’yı kendi rızam dışında 2 kez terk etmek zorunda kaldım. Birincisi 1987 yılında. Diğeri 10 yıl sonra 1997’de.

1987 yılında çocuk yaşta üniversite öğrencisiyken “başörtülü kız öğrencilere” verdiğim “doğal” destek nedeniyle aldığım tehditler yüzünden kendimi bir anda İzmir’de bulmuştum. Korku ve tedirginlik yaşayarak.



Zaman geçip, yara küllenince döndüğüm Ankara’dan bu kez 28 Şubat kararlarının uygulamaya konulduğu o karanlık günlerde ayrıldım. Bu kez bulduğum çare “Askere gitmek”ti! Öyle de yaptım.

Çünkü en güvenli yer orası görünüyordu. Çünkü “Kamuflajı giydiğimde asker içinde örgütlenmiş Batı Çalışma Grubu’nun benim gibi bir er’e bir zararı olmaz” diye düşünmüştüm.

Hatırlıyorum yerde yarım metre karın olduğu bir kış gününde Erciş’teki birliğime teslim olduğumda, Tugay Karargah Binası’nın giriş katındaki bir pencereden ismi bende mahfuz bir istihbarat subayı kafasını uzatmış, “Onbaşı Hasan” diye seslenmiş, yanına çağırmıştı.

Odasına girdiğimde, “Senin kim olduğunu biliyoruz. Sorun istemiyoruz. Geldin. Hakkıyla askerliğini yap. Ailene sağ salim dön” demişti de ben de “Her Türk erkeği gibi askerlik yapmaya geldim. Salimen, tezkereyi alıp, çoluk çocuğuma dönmeye niyetliyim” demiştim.

İşte o günlerde Türkiye kapkaranlık günler geçirdi. Sadece dindarlar değil, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde örgütlenmiş bir cunta olan Batı Çalışma Grubu’nun kurduğu düzene direnen kim varsa, o sistemin dışında kalan hangi kurum varsa ağır baskı gördü, tasfiye edildi.

28 ŞUBAT KARARLARI, MİLLETİN DEĞERLERİNE SAVAŞ İLANIYDI

28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu (MGK), REFAH/YOL iktidarının sonunu getirmek ve dindarları önce kamudan, sonra tüm alanlardan tasfiye etmek için bir dizi “tavsiye” kararı aldı. O kararların tamamı hükümete dikte edildi. Başbakan Necmettin Erbakan ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller başta olmak üzere MGK’ya katılan sivil üyelerce de zorunlu olarak imza edildi.

Rahmetli Erbakan’ın, bir iç çatışma çıkmaması için gösterdiği özeni, aldığı inisiyatifi tarih elbet yazacak. Başbakan Erbakan’ın “Koalisyon protokolü” gereği istifa etmesinin ardından, hükümeti kurma görevini Tansu Çiller’e değil Mesut Yılmaz’a vererek darbecilerden yana tavır koyan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i de yazacak.

Lakin tarih aynı zamanda, muhteris öncüleri tarafından “1000 yıl” süreceği ilan edilen bir “Post modern” darbe sürecindeki hukuksuzlukları, zulmü, İsrail’in Türkiye tarihinde ilk kez içimize bu kadar aktığını ve elbette “cambaza bak” denilirken milletin servetinin nasıl iç edildiğini de yazacak. Yazıyor da…

1000 YIL DEĞİL 21 YIL GEÇTİ, MAĞDURLARI BUGÜN İKTİDARDA

28 Şubat’ın üzerinden 21 yıl geçti. 1000 yıl süreceği ilan edilen sürecin mağdurları bugün iktidarda. Hatta kamunun ve kamusal alanın (sokağı da kamusal alana dahil etmişti 28 Şubatçılar) dışına itmek istedikleri dindarlar devlet ile daha barışık bir hayat sürüyor bugün.

Oysa o gün… Yani ki 28 Şubat MGK kararlarıyla başlayan… Medyada görünür kılınan figüranlarıyla pekiştirilen… Dahası, “Bu kez silahsız güçler halletsin” emriyle, muhalefet, sivil toplum, sendikalar, odalar ve yargı eliyle sahnelenen “Modern ötesi darbe”, hükmünü icra etmişti.

Meşru hükümet düşürüldü. Üniversitelerde başörtülü öğrencilerin okumaları engellendi. İmam hatip liselerinin orta kısmı kapatıldı. Hatta bir ara başörtüsü sokakta da yasaklanacak endişesi baş gösterdi. İktidardan uzaklaştırılan Refah Partisi alelacele kapatıldı. Başta rahmetli Erbakan olmak üzere birçok isme siyaset yasağı getirildi.

Siirt’te bir şiir okuduğu için dönemin İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hapis cezası verildi. Hızla Yargıtay tarafından onandı. Yargıtay’ın onama kararının hemen ardından “Muhtar bile olamaz. Siyasi hayatı bitti” haberleri ana akım medyada birinci sayfadan iştahla köpürtülerek verildi.

FADİME ŞAHİNLER, ALİ KALKANCILAR, MÜSLÜM GÜNDÜZLER FİGÜRANDI

Refah Partisi’ni kapatırken,

Erbakan ve arkadaşlarına siyasi yasak getirirken,

Erdoğan’a hapis cezası verip, siyasi hayatını bitirirken,

İmam hatip okullarının orta kısmını kapatırken,

Üniversiteli kızların okullarına başörtüsü ile girmesinin önünü tıkarken,

Bahane olarak kullandıkları aparatlar vardı!

Fadime Şahinler, Müslüm Gündüzler, Ali Kalkancılar.

Uğur Dündar’ın karşısına çıkan ağlak Fadime Şahin (ki daha sonra her bir olayın kurmaca olduğu ortaya çıktı) belli bir süre sonra bütün başörtülü kadınlara rol model yapılmak istendi. Bizzat şahitlik edenlerden aktarayım. Örneğin İzmir’de dolmuşa, otobüsü binen başörtülü genç kızlara “Fadime Şahin” diye seslenildiği günlerdi o günler.

Yine “sahte şeyh” Ali Kalkancı’nın aynı anda hem bir telsiz telefon ile “emlak işleri” kovaladığını hem de zikir halkasını yönettiğini televizyon ekranlarından izledi bu millet; günlerce. Dahası ağlak Fadime Şahin bir karanlık gün, bir karanlık evde bir karanlık adam ile basıldı kameralar önünde.

Müslüm Gündüz kamera ışığının gözlerini aldığı o anlarda, “İmam nikahlı karım” diyordu pişkin pişkin.

Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı gibi isimlerin “İslam’ı”, “Müslümanları”, dindarları temsil ettiği algısı üretildi. Dahası dindarlığın ne kadar yoz, gerici bir düşünce biçimi olduğu fikri toplumda pekiştirilmek istendi.

Biz tüm bunları izlerken, göremediğimiz 3 şey oldu bu ülkede; 3 şey!

Birincisi, “Bağnazlıkla mücadele ediyoruz” algısı oluşturulurken, “FETÖ’nün İslam’ın gülen yüzü, ılımlı hali” olduğu fikri pekiştirildi. İmam hatiplerin orta kısmının kapatılmasıyla, dindarların çocukları FETÖ’nün okullarına yönlendirildi.

İkincisi, 1948’de kurulan İsrail Devleti’ne Türkiye Cumhuriyeti darbeci Evren döneminde bile bu kadar yaklaşmamıştı. Hatta Evren, İsrail’in hukuksuz Filistin ve Kudüs işgallerine karşı büyükelçilik seviyesini maslahatgüzarlık seviyesine düşürmüştü.

Ama 28 Şubat sürecinde özellikle Çevik Bir gibi generallere nüfuz eden İsrail ilk defa Türk Devleti’nin içine bu kadar aktı.

Üçüncüsü, “cambaza bak” diyerek bütün dikkatleri başka bir yöne çeken 28 Şubatçılar, milletin servetini çaldı. Bankaların içi boşaltıldı. Bir hesaplamaya göre 50 milyar dolar bir başka hesaba göreyse 70 milyar dolar buharlaştı.

***

28 Şubat’ın üzerinden 21 yıl geçti. Bugün 1000 yıl sürecek denilen 28 Şubat’ın izleri siliniyor. Şu anda hapishanelerde olan mağdurların da hak gasplarının önüne geçildiğinde o meşum yıllardan ders almaktan geriye bir şey kalmayacak inşallah.

Takdiri ilahi öyle bir şey ki 28 Şubat sürecinin mağduru Necmettin Erbakan aynı tarihlere denk düşen bir günde (27 Şubat 2011) ahirete irtihal etti.

Bu vesile ile Erbakan’ı rahmetle anıyorum. 28 Şubat gibi bir ara dönemin bu millet tarafından bir daha yaşanmamasını Rabbim’den diliyorum.

#28 Şubat
#Refah Partisi
#Necmettin Erbakan