Herkesin bir Leyla’sı var

04:0021/12/2018, Cuma
G: 21/12/2018, Cuma
Faruk Beşer

İsabetli mi bilmem ama sık sık dile getirdiğim bir husus vardır: Bizler İslam medeniyetinin en şanssız halkasını oluşturuyoruz. Kökümüzden, asaletimizden ve birikimimizden (gelenek kategorisine girmek istemediğim için) koparıldığımızdan dolayı İslam’a bir bütün olarak bakamıyoruz. Sanki her birimiz parçalanmış bir bedenin bir parçasına tutunup, İslam olarak onu korumaya çalışıyoruz. Sonra bir parçanın daha ondan olduğuna ikna olursak onu da elimizdekine ekliyor ve bu yolla bütünü tamamlamaya çalışıyoruz.

İsabetli mi bilmem ama sık sık dile getirdiğim bir husus vardır: Bizler İslam medeniyetinin en şanssız halkasını oluşturuyoruz. Kökümüzden, asaletimizden ve birikimimizden (gelenek kategorisine girmek istemediğim için) koparıldığımızdan dolayı İslam’a bir bütün olarak bakamıyoruz. Sanki her birimiz parçalanmış bir bedenin bir parçasına tutunup, İslam olarak onu korumaya çalışıyoruz. Sonra bir parçanın daha ondan olduğuna ikna olursak onu da elimizdekine ekliyor ve bu yolla bütünü tamamlamaya çalışıyoruz. Herkesin elindeki parça ya da parçalar farklı olduğu için kimse de öbürünün İslam’ını beğenmiyor. Hatta İslam’a kendimiz olarak da bakamıyoruz. Başkalarının nefretleri, aşağılamaları, eleştirileri bizim konumumuzu değiştiriyor. Onlara göre konuşmaya başlıyoruz.



Sanatçı ya da sanatsever olanımız, biraz da modanın etkisiyle sanata gereğinden fazla vurgu yapıyor, Kuranıkerim’in sanata ne kadar değer verdiğinden söz ediyor. Ondaki bir hüsün kelimesinden bir sanat felsefesi çıkarıyor. Sanatı anlamadıkça, sanatı sevmedikçe adam olamayacağımızdan bahis açıyor.

Bir edebiyatçı, bir şair, bir romancı bütün problemin bu alanları boş bıraktığımızdan kaynaklandığını yana yakıla anlatıyor. Edebiyattan, şiirden, hatta tiyatro ve sinemadan anlamayanların İslam’ı da anlayamayacağını söylüyor.

Dini ilimlerde ve modern bilimlerde bile böyle. Tefsirci müfessirlere göre, hadisçi muhaddislere göre, fıkıhçı fukahaya göre bir İslam hayal edip anlatıyor. Diğer sosyal bilimlerdekiler de farklı değil. Bir bakıyorsunuz bir sosyoloğun İslamı, bir mühendisin İslam’ına hiç uymuyor. Bu arada, her nedense dindar fen bilimciler genellikle daha muhafazakâr oluyorlar. Sosyologlar ve felsefeciler ise daha esnek oluyor, daha kafalarına göre takılabiliyorlar.

Siyasetçi daha pragmatist olabiliyor, dinin uzlaşmacı yönüne ağırlık veriyor.

Şair ruhlu insanlar, temiz kalpliler, ya da dünyanın sıkıcılığından bıkmış olan ve olaylara insancıllık penceresinden bakanlar Polyannacılık oynayabiliyorlar, Yunusla, Mevlana ile Ahmet Yesevî ile biraz daha derinlere dalabiliyorsa İbn Arabi ile Konevî ile yetinmek, dünyaya böyle bakmak istiyor.

Hatta erkek erkekçe bir İslam, kadın kadınca bir İslam hayal ediyor. Çocuklara sorulsa muhtemelen onlar da İslam’ı oyuncaklarla dolu camiler olarak hayal ederler. Yaşlılar ise sıcak bir elin, sıcak bir yuvanın İslam’ın esası olduğunu anlatırlar.

Sufi birisi takvayı günde üç dört saat kıbleye dönüp diz çökerek evrad ve ezkâr ile meşgul olmak olarak görür. Mücahid birisi en büyük ibadetin cephede Allah için vuruşup ölmek olduğunu söyler.

Aslında bunların her birinde bir hakikat payı ve İslam’dan bir parça vardır. Mesele bu parçanın İslam’ın ne kadarına tekabül ettiği ve neresine konması gerektiği meselesidir. Bunu da ancak âlimi kül olan önderler görüp gösterebilirler. Onların bulunmadığı gümüz şartlarında ise âlimlerin hiç olmazsa birkaç tanesi bir araya gelerek bu önderliği oluşturabilirler. Yazıyı tasarladığımda hiç hesapta yokken söz geldi yine âlimler birliğine dayandı. Bu ayrı bir fasıl.

Biz sadede gelelim; işin tabiatı budur. İnsanların hepsi aynı şeyi istemez, aynı kabiliyeti taşımaz, aynı duyguları yaşamaz. Şairin dediği gibi, ‘Ben üzümün suyun severim sûfî dânesin’... Problem, herkesin bizim gibi olmasını beklememizdir. Sahabe toplumunda da her karakterde insanlar yok muydu? Ashab-ı suffe ya da Suheyb er-Rumi gibi sufi-meşrebler, Hz. Ali gibi haydar-ı kerrar mücahidler, Abadile (Abdullahlar) gibi ilim aşıkları…

Daha kötü durum ise şu: Takvayı mesela sarığa, cübbeye, evrada indirgemiş birinin başka şeylerle uğraşanı abesle iştigal ediyor diye suçlaması, bu ikincinin ise onun yaptığını hepten anlamsız sanması.

O halde kimse kimseyi kendi penceresinden gördüklerini söylediği için kınamamalı, başka pencerelerin de bulunduğunu hesaba katacak kadar akıllı olmalı.

Ancak bunların hepsinin İslam’da yeri var diye hepsini ayrı ayrı birer İslam olarak görüp İslam budur da diyemeyiz. Bütünde hangisinin, nerede, ne zaman ne kadar bulunması gerektiğini de bilmeliyiz. Parça ile yetinmemeliyiz, bütünü görmeliyiz. Yap-bozu elbirliği ile tamamlamalıyız, hedefimiz resmin bütününü görebilmek olmalı. Bu da bilgiye muhtaç. Bunu gösterecek mütefekkirlere, âlimlere ihtiyacımız var.

#İslam
#Birlik
#Alim