Evliya kalplerde olanı bilebilir mi?

04:0028/01/2018, Pazar
G: 18/09/2019, Çarşamba
Faruk Beşer

Evliyaullah, yani Allah’ın veli kulları kalplerimizdeki düşünceleri bilebilir mi? Bunun somut ve inkâr edilemeyecek örnekleri ve delilleri var mıdır?Bugüne göre daha sufi olduğum yirmili, otuzlu, hatta kırklı yaşlarımda kafama taktığım ve mesele edindiğim konulardan birisi buydu. Her fırsatta buna delil arıyor, her rastladığım âlime bunu soruyordum. Ta ki, Hz. İbrahim’in dediği gibi, ‘kalbim de mutmain olsun’ diye. Hatta bırakın Hz. İbrahim’i bizzat Allah (cc) buyuruyor ki, ‘yaşayan da bir delille

Evliyaullah, yani Allah’ın veli kulları kalplerimizdeki düşünceleri bilebilir mi? Bunun somut ve inkâr edilemeyecek örnekleri ve delilleri var mıdır?

Bugüne göre daha sufi olduğum yirmili, otuzlu, hatta kırklı yaşlarımda kafama taktığım ve mesele edindiğim konulardan birisi buydu. Her fırsatta buna delil arıyor, her rastladığım âlime bunu soruyordum. Ta ki, Hz. İbrahim’in dediği gibi, ‘
kalbim de mutmain olsun
’ diye. Hatta bırakın Hz. İbrahim’i bizzat Allah (cc) buyuruyor ki, ‘
yaşayan da bir delille yaşasın, ölen de bir delille ölsün
… İddiacılara deyin ki, eğer doğru söylüyorsanız burhanınızı, yani kesin delilinizi getirin bakalım’. Kuranıkerim’de insanları delille konuşmaya, delille düşünmeye çağıran o kadar çok ayeti kerime vardır ki, onu sırf buna odaklanarak okuyanların şaşırmaması mümkün değildir. O halde bunun da delili var mı?

Diğer yönden; 'böyle bir şeyi şimdi neden mesele ediniyorsun ki? Kalbini bilse ne olur, bilmese ne olur? Bunu tespit etmek ümmetin boğulmak, parçalanmak ve imha edilmek istendiği bugünlerde bize ne kazandırır? Her şeyi hallettik de bu mu kaldı? Bu da bir bakıma meleklerin cinsiyetini tartışmak gibi bir şey değil midir? diye düşünülmesi de gayet yerinde bir tepkidir' Doğru ama insanların hepsi aynı şeylere odaklanmış değiller. Ayrıca bunun üzerinden bir teoloji kurulur ve bizim gibi bilmeyenlerin kafası otuz kırk yıl meşgul edilirse o zaman birileri de bunu merak eder; gerçekten bilir mi bilmez mi diye. Şimdi biz de böyle bir zamanda bu kadarını bilsek anlık ödevlerimizi yapmaktan geri kalmış olur muyuz? Bakın, bu da başka bir cinsiyet tartışması çıkarıyor. O halde düşündüklerimiz içimizde kalmasın ve bu konuda yaşadığım düşünce evrimini söyleyerek işe başlayayım:

Ama önce şunu söyleyeyim; eğer bu bir tasavvuf meselesi ise bilinmelidir ki, tasavvufa bütün olarak karşı çıkmak da, tasavvuf adına söylenen her şeyi din zannetmek de akıllı birinin işi değildir. Kaldı ki, bendeniz bunun bir tasavvuf meselesi olduğunu da düşünmüyorum. Tasavvuf konusunda kırk yıldır biriktirdiğim yığınlarca notları ve tecrübelerimi de başka zamanlarda yazmayı düşünüyorum.

İşte o ilk sufi-yoğun yıllarımda şu edebiyatın etkisinde idim: ‘
Velayetin ilk mertebesi keşf-i sudûr ve keşf-i kubûrdur
’. Yani veliliğin ilk basamağı, kalplerde ve kabirlerde olanı bilmektir. Bu daha ilk adımdır, siz ondan sonrasını düşünün, denir gibi… Demek ki, bilahare yoldan çıkmışsın, diyenleriniz varsa acele etmesinler, belki de sonunda yine aynı noktaya gelebiliriz.

Bu sorgulamalarımda beni ilk ikna eden rahmetli Sadrettin Yüksel Hocamdı. Sene seksen, Fatih Camii'nde bir dersten sonra kendisine bu soruyu sordum; veli bir kul bizim kalbimizdekini bilebilir mi? Verdiği cevap o gün için bana kâfi geldi: Neden bilemesin ki, kalbimizdekini biz biliyoruz, demek ki, o bir mutlak gayb değil. Oradaki bilginin de bir varlığı var ve o varlık düzeyini görebilecek bir algılama olabilir... Şimdi kendi kelimelerimle anlattığım bu açıklama bana çok ikna edici geldi. Uzun yıllar bununla yetindim ve buna başka delillerle de destek aradım.

Mesela bir kutsi hadiste şöyle deniyordu: ‘
Allah buyurmuştur ki, kim benim bir veli kuluma düşmanlık ederse ben ona harp ilan ederim.
Kulum bana farzları yerine getirmekle yaklaştığı kadar hiçbir şeyle yaklaşamaz. Yaklaşmaya nafilelerle devam eder ve en nihayet ben onu severim. Ben onu sevdiğimde de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benden bir şey isterse onu kesin veririm. Bir şeyden bana sığınırsa ondan onu kesin korurum…’ (Buhari).
Konuyla ilgili olarak buradaki tutamağım şuydu: Allah bir adamın gören gözü olursa o artık bizim kalbimizdekini niçin görüp bilemesin?
Böyle düşünmek bana bir itminan veriyordu ve ümmetin meseleleri ne olursa olsun, ben kendi meselemi belki biraz safça şimdilik halletmiş oluyordum. Fakat bilgilerim arttıkça tekrar kafamı başka şeyler kurcalamaya başladı.
Kişinin Allah ile görüyor olması ne demekti?
Eğer bunu görme fiilinin bizatihi Allah ile gerçekleşmesi diye düşünürsek bu bir hulûl inancı olmaz mı? Hulûl, yani Allah’ın insanda mündemiç olması, ona sızması, onda tecelli etmesi, onun bir parçası gibi olması. İyi ama böyle bir inancın küfür olacağını Ehlisünnet uleması açıklıyor. Mesela kendisi de bir sufi olan ve Nakşiliğin altın silsilesi hakkında bir kitap yazan Kevserî Resâil’inde öyle diyor. O halde kulun Allah ile görmesi demek, Allah’ın ona hulûl etmesi demek olamazdı. Öyleyse bunu müteşabih/sembolik bir ifade olarak, Allah’ın onun basiretini artırması diye anlamamız mümkün.

Gördüğünüz gibi kafam tekrar karıştı. Bu delillerle de meselemi çözebilmiş olamadım.

O halde yolculuğa, yani seyr-i sülûke devam.

#İnanç
#Evliya
#Evliyaullah