Demiştik ki: Din Hz. Âdem’den Resûlüllah Muhammed’e (sa) hiç değişmeden gelen iman esasları bütünüdür ve “Allah katında din İslam’dır”. Bu esaslar hep aynı kalmıştır yani sabitedir, ancak doğru anlaşılmaları da belli özellikleri ve belli bir çabayı gerektirir.Bununla birlikte her peygambere özel “bir şeriat ve yöntem yani uygulama biçimi, sünnet”(5/48) verilmiştir. Peygamberlerin şeriatlarının esası da kendi ümmetleri için sabitedir. Ama ilahî hikmetin gereği, şeriatta zamana ve mekâna göre yoruma
Demiştik ki: Din Hz. Âdem’den Resûlüllah Muhammed’e (sa) hiç değişmeden gelen iman esasları bütünüdür ve “Allah katında din İslam’dır”. Bu esaslar hep aynı kalmıştır yani sabitedir, ancak doğru anlaşılmaları da belli özellikleri ve belli bir çabayı gerektirir.
Bununla birlikte her peygambere özel “bir şeriat ve yöntem yani uygulama biçimi, sünnet”
(5/48) verilmiştir. Peygamberlerin şeriatlarının esası da kendi ümmetleri için sabitedir. Ama ilahî hikmetin gereği, şeriatta zamana ve mekâna göre yoruma açık boşluklar bırakılmış ve işin ehli olanların, dini esas alarak bu boşlukları bütünle uyumlu yorumlarla doldurması istenmiştir. Bu yorumların akide ve ibadet alanına ait olanlarında ittifak edileni icma adını alır ve böyle bir icma da artık değişmez. Şeriatın furûatına ait yorumlara ise içtihat denir. İçtihat, buna ehil olanların bilgisine göre yapılacağı için bilgi değiştikçe içtihat da değişir. Değişmezse İslam, tabir hoş değil ama, güncellenemez, mazide kalır ve kulların görüşleri sabit din sanılır.
Allah’ın, furûat alanında kasten bıraktığı bu boşlukların doldurulmasını kullarına bırakması önemli bazı gerçeklere de işaret eder:
Allah’ın kendi dininde kuluna belli ölçülerle söz söyleme hakkı vererek ona değer vermesi, onu ilme ve düşünmeye teşvik etmesi, böylece de kullarının özellikle ilim/bilgi ve tefekkür sahibi olanlarını diğerlerinden üstün tuttuğunu göstermesi bunlardandır.
İkinci olarak, Allah (cc) sanki bu dinin varlığını ancak ilim
ve tefekkürle sürdürebileceğine dikkat çekmiş olmaktadır. Bu durum ayrıca işaret eder ki, hayatta sürekli değişiklikler meydana gelecek ve dinin sürdürülebilmesi için bu değişikliklerin takip edilip iyi anlaşılması gerekecektir. Çünkü değişiklik insanda ve eşyanın tabiatında oluşmayacağına göre, insanın tabiatı keşfedip kullanmasında olacaktır. Bu da bilimle yapılır. O halde bilime paralel olarak tabiatı tanımayı sürdüremeyenler bu yeni değişikliklere Müslümanca yorum getiremeyecekler ve dini insanların idrakine anlatamayacaklar, sonuçta da davet, tebliğ ve cihad görevlerini hakkıyla yerine getiremeyeceklerdir.
İçtihat ilim, amel ve tefekkürle olan ilmî eylemin adıdır ve yapılabilmesi büyük bir kabiliyet ve çabayı gerektirir.
Zaten içtihadın kelime anlamı, gücünü sonuna kadar kullanma, cehd ve gayret sarf etme demektir. Cihad da aynı köktendir
ve ilginçtir ki, kelimelerin kalıbı itibariyle içtihat cihaddan daha ileri bir cehd ve gayreti anlatır.
Yani içtihat, cihaddan daha zordur ve daha önemlidir.
İslam alimlerinin işin başında bu görevleri hakkıyla yerine getirdiklerinde şüphe yok. Ama sonrakiler, bir yap-boz panelindeki gibi yeni oluşan boşluklara uyumlu yeni parçalar bulma yerine, ilklerin kendi zamanlarındakilere koyduğu parçaları alıp alıp kullandılar. Oysa her zamanın müçtehidine bırakılan boşluklar için, onların bilimin verilerini hesaba katarak yeni parçalar oluşturmaları, suyun akış yönünü belirlemeleri, hayatın önünü açmaları gerekirdi. Ama bu görevin hakkıyla yerine getirilememesiyle yapbozdaki boşluklara konan ama tam uyumlu olmayan parçaların bıraktığı ara boşluklar da gittikçe büyüdü. Oraları başka düşünceler doldurmaya başladı. Parça ile bütün arasında insicam bozuldu. Bazı alimler bunları tamirle ömür tükettiler.
İşte bu yanlış parçaların yerine, doğrularının konması ve resmin bütünüyle ortaya çıkarılması çabalarına da “tecdîd/yenileme” denir.
O halde tecdîd ilk halin korunması, tabir caizse, belirsizliğe sebep olan küllerin kaldırılması ve dinin aslî şekli ve safiyetiyle ortaya çıkarılması ameliyesidir.
Böylece beş önemli kavrama işaret etmiş olduk: Din, şeriat, içtihat, icma ve tecdîd.
Günlük dilde din ve şeriat birbiri yerine kullanıldığına da işaret edelim.
Tecdîd yapabilme gücündeki alimlere ‘müceddid’ denir. Müceddid bir bakıma müçtehidin daha kapsamlı düşünenidir. Diğerleri gibi bu kavram da Resûlüllah’ın (sa) şerefli sözlerinden alınmıştır. “Allah bu ümmete her asrın başında dinlerini tecdid edecek (yenileyecek) biri(leri)ni gönderir” (Ebu Davud). Dinin aslı yani ilk formu, hep olduğu gibi durmaktadır. Problem ara boşluklara yapılan yanlış yamalardadır.
Onun için tecdid bir reform değildir. Reform asli safiyeti/formu değişen şeylerde olur. Mesela Hıristiyanlık için reform yapılması normaldi.
Ama İslam için reformdan söz edilemez. G
erçi onlar da reform değil deform yaptılar.
Bizdeki din adına tarihselcilik iddiası da deformasyondur.
Bunları biraz daha açmamız gerekir.
#Hz. Adem
#sünnet
#Tecdid
#ictihad