“Çok şey yapıyoruz ama anlatamıyoruz” sözünü her duyduğumda “iletişim konusu abartılıyor mu” diye düşünürüm.
Hem de bir iletişimci olarak!
İşin siyasi kısmına geldiğimizde ise seçmeni etkileyen sadece “mesaj mı” sorusunu sormadan edemiyorum. Hizmetlerin anlatılması salt “iletişim”le mi olur? İyi video yapınca seçmen fikir mi değiştiriyor? Seçmen kümeleri “iletişim” başarılarına göre mi konum alıyor? Siyaseti yakından gözlemleyen bir iletişimci olarak tüm bu sorulara “ evet” demem mümkün değil.
Hele de sosyal medyanın en etkileyici bir iletişim kaynağı olduğu tezine hiç inanmıyorum. Orası herkesin benzerlerini buluşturan bir fanus, etkileşimi var ama fikirlerin değişmesine zerre katkısı yok.
Diğer taraftan bu konuya fazla saplanmanın da ortaya çıkardığı sorunlar var. Gerçek dünya orada zannediliyor. Siyaseti yapanlar işin iletişim tarafına saplanıp, stratejiye, fikir üretimine, hizmetin içeriğinin geliştirilmesine yönelik tarafları ıskalıyorlar. En önemlisi de gerçek toplumu göremiyorlar.
Sosyal medya tepkilerine fazla odaklanmak bir başka sorun alanı. Bu beraberinde küçük kümelerin hezeyanlarına tutsak olmayı da getiriyor. Birileri kendilerine sosyal medyada kitle toplayıp gündem üretiyorlar diğerleri de bunları ikna etmeye odaklanıp vakit kaybediyor. Ben tüm bunları dikkate almayıp işin kendisine odaklanmayı önemsiyorum.
Üretilen hizmetin reklamı ile şampuan reklamını karıştırmamak gerektiği uyarısını da yapmak istiyorum. İletişimi fazla sorun etmek de bir sorun haline gelmiş durumda.
Bizden önceki sağ-muhafazakar kuşak için “her türlü bozulmanın sebebi komünizm”di. İnsanlığın tüm sorunlarını oraya kilitlemişlerdi. Ama sağ kesimden muhkem, ciddiye alınabilecek bir komünizm eleştirisi çıkmadı. Dün de çıkmadı bugün de çıkmıyor… Komünistler her şeyin sebebiydi de, peki bir kelime tüm insanlığın tüm sorunlarının sebebi olabilir miydi?
Gezegenin sorunlarını çağın içinden gerçek sebepleriyle konuşmak yerine bir günah keçisi bulmak en kolayı. Şimdi de “toplumsal cinsiyet” konusu sağ kesimin günah keçisi oldu. Totem de İstanbul Sözleşmesi. Komünizm gibi bunun içinde de ne olur olmaz uzak durulması gereken anlam paketleri var elbette. Ama sağlam bir eleştiri yok. Herkes aynı şeyleri tekrar edip duruyor. Peki sorunlara çözüm nasıl bulunacak? Üstelik bu sorunlara daha 20-30 yıl önce kullanılmaya başlanan bir kavram sebep olabilir mi? Dünyada olan biten insanlık sorunlarını “bir ideoloji olabilir” diye sunulan toplumsal cinsiyet eşitliğine indirgemek çağa kör kalmak demektir. Sorun kelimede değil hayatın içinde yaşananlarda ve silinmeyen izler bırakanlarda… “Üretilmiş” kavramlarla konuşmayacaksak eğer, kendi kavramlarımızı kuracağımız derinliğimiz, çözüm önerilerimiz nerede?
Hep hayranlıkla karşılarım gezginleri. O kadar basit bir iş olmadığına, büyük bir titizlik, bilgi ve birikim gerektirdiğine arkadaşım Sevcan Akesi’nin gezi hazırlıklarına tanık olurken vakıf oldum. Aslında bir diş hekimi olan Sevcan için seyahatsiz bir yıl düşünülemez. Onun için seyahat demek; çok az bilinen bölgeleri keşfetmek, insanlığın tecrübelerine tanık olmak demek. Sevcan gezi anılarını “Sen Hiç Mavi Ateş Böceği Gördün mü?” kitabında topladı.
Kitabın en ilginç bölümlerinden birisi Kongo DC Virungu Milli Parkı içinde kalan, Afrika’nın en hareketli yanardağı olan 3470 metre yüksekliğindeki Nyiragongo Volkanının kraterine tırmanmak için yaptığı geziydi. Dr. Akesi okuru “Bu tırmanışı trekkinge benzetmeyin” diye uyarıyor, “20 kadar aktif volkanı ziyaret ettim ama hiçbiri beni bu kadar etkilemedi.” diyor. Dr. Akesi, Nyiragongo ateş gölünü ölmeden görülmesi gereken yerler arasında birinci sıraya yerleştiriyor. Kitabından öğreniyorum ki; gece volkan kraterinde hava sıcaklığı sıfırın altına düşüyormuş.
Sevcan’ın iş ve özel hayatında “Bu işi yapmak için cesaretimi toplamalıyım” dediği bir durum olmamış… Ne zamanki bilinmeyen coğrafyalara özellikle de Afrika’ya gitme isteği başlamış, işte o zaman merak ve korkuyla birlikte cesaretli olma içgüdüsü de ortaya çıkmış.
Kitap sizi Afrika’dan Moğolistan’a oradan Sibirya steplerine atıyor. Şehirlerin hikayeleri yol hikayelerine karışıyor. Gezginlik ruhu yavaş yavaş içinize sızıveriyor. Sibirya kedilerine nazar edip, buz içinde Olkhon Adası’na gidiyorsunuz. Ya da Yeni Zelanda’nın kuzey adasının Waitoma Mağarası’nın dibine Maorilerin rehberliğinde inip, 30 milyon yıl öncenin izlerine bakıyorsunuz. Kitaba ismini veren mavi ateş böcekleri de oradalar.
Kitap sizi dünyanın binbir hali üzerinde düşündürüyor. Doğa ile insanın akrabalığını ilk defa kanunlarına aktaran ülkenin Yeni Zelanda olduğunu da oradan öğrendim. Whanganui Nehrini canlı bir varlık olarak kabul edilip, insanla aynı hukuksal statü tanınmış. “İnsan ve doğa aynı statüdedir, bir nehre zarar vermek insana zarar vermek ile aynıdır. İkisi de evrenin birer parçasıdır.” Ve bir Maori atasözü ile bu yazıyı bitirmek isterim:
“En değerli şeyin peşinden git
Eğer bir şeyin önünde eğileceksen
O, büyük bir dağ olsun”
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.