Çocuk sahibi olmadan annelerimiz ve annelik üzerine ahkam kesmek kolaydı. Zaten ben de süper anne olacaktım. Kendim anne olunca deyim yerindeyse “Hanya’yı Konya’yı” gördüm. Öyle geriden bakıldığı gibi değildi annelik! Harlı ateşe düşmek gibiydi. Epeyce bir pişiriyordu insanı. Çocuk büyütme evresini geçirip sakin sükun hale gelince bu sefer anneni de kendini de anneliği de başka gözle görmeye başlıyorsun. Her bir evrenin farklı olduğunun altını çizmek isterim.
Uzun süredir gözlem yapıyorum, bizim annelerimiz bizim anneliğimiz ve bizden sonraki kuşakların anneliği üzerine. Çocuklarımız anne oldu, birlikte çalıştığımız iş arkadaşlarımız anne oldu. Torunlar oldu. İnsan çocuk büyütürken kendi halini çok fark edemiyor. Ancak bu koşturmadan çıktığında bir duruyor. “Ne yapmak isterken ne yaptım” diye soruyor, sonuçlarını görüyor… Yapmam gereken neyi yapmadım, ya da neyi fazla yaptım? Bitmeyen sorularla kendini sorgulamaya başlıyor. Ama elbette bu soruların cevaplarını verirken kendimizi de kandırabiliriz.
Çeşitli dijital platformlarda da anneler üzerine çok şey izliyorum. “Helikopter anneler” kavramından başlayarak annelik türleri üzerine kategorize edilen kavramlara da gülerek yaklaşıyorum. Bu kavram çıkmadan da anneler helikopterdi zaten.
Bizim annelerimiz geleneksel, sevgi dolu ama otoriterdi. Kişisel gelişimimizden ziyade “elimizin iş tutması”, “maharetli olmak”, “ele güne karşı iyi görünmek”, ”misafire güzel davranmak”, ”hürmet etmek”, “hizmet etmek”, “büyüklere saygı, “, “sokranmamak” yani iş yaparken söylenmemek, gibi öncelikleri, tavsiyeleri olan annelerdi. Gözünün yaşına bakmadan çocuklarını çalıştırırlar, ellerinin eğilmesini ya da kırılmasını sağlamaya çalışırlardı.
Elin yakışması kavramını annemden çok duymuşumdur. “Ne yapsa eli yakışmıyor”, ya da “Öyle maharetli ki eli her şeye yakışıyor”… Bu yakışma yakıştırma beceriklilik ya da hüner ile orantılı tabii… Biz kısmen bu eğitime ucundan yakalandık. Okul olunca sular dururdu tabii. Ama okuldan eve gelince, evin kalabalık misafirlerine hizmet etmek de vazifemiz olurdu. Öyle ödevim var odama gideyim filan pek de mümkün değildi.
Biz anne olunca ise önceliklerimiz değişti. Çocuklarla arkadaş olmak, onların seçimini önemsemek gibi kavramlar hayatımıza girdi. Onlar başarılı olsun, çok şey öğrensin, iyi kitapları okusunlar, hobileri olsun, yabancı dil öğrensin, kültür sanat her bir şeyi bilsin, neye inandığını anlasın, sorgulasın, soru sorsun, her sorusunu cevaplayalım, ya da bilen birini bulalım… Böyle, böyle büyüttük onları. Bilgi, başarı, dürüstlük önemliydi ama diğer taraftan da özgürlük duygusuna saygı da önemliydi.
Elbette annelerimizden gördüklerimiz az miktarda da olsa eğitimin arasına serpildi. Diğer taraftan da toplumsal sorunlar, mesleğimiz, eve teslim olmaya direnişlerimiz, kariyerist olmadan üretmek gibi hedeflerimiz vardı. Çocuklar bu süreçlerde elbette pinpon topu gibi izlediler bizi… Hem annelik, hem kariyer, hem de toplum sorunlarına odaklanmak, üçü zor bir bileşimdi. Bizim kuşağın çocukları anne olunca ise bu sefer tersine döndü. Biz aynı zamanda toplumcu annelerdik. Evlerimizde bitmeyen tartışma konuları; devlet millet meseleleriydi. Konuların şahsiden toplumsala geçiş saniyeler sürerdi.
Şimdi yeni kuşağın anneliğine bakıyorum bir bölümü bize göre çok daha teknik ve çocuk merkezli. Sanki bizim model bir anneliği istemiyorlar. Biz nasıl annelerimize benzemek istemediysek… Gözlemeye devam ediyorum. Ve Gandhi’nin sözlerini hatırlatmak istiyorum:
Geçen haftaki, Jules Payot’un İrade Eğitimi kitabı ile ilgili yazıma önemli bir ilave yapmak istiyorum: Nurettin Topçu. Söz irade eğitiminden açılmışken Nurettin Topçu’nun “İradenin Davası- Devlet ve Demokrasi ” kitabı mutlaka okunması gerekenler listesinde olmalı. Bu kitapta sözünü ettiği irade davası eğitim üzerine çalışan birçok çok akademisyene ilham verdi, hakkında kitaplar da yazıldı. Topçu; “İnsanın neyi niçin ve nasıl sevdiğinin farkına varıp bu sevginin omuzlarına yüklediği sorumluluğun derdine düştüğünde ancak gerçek manada var olabileceğini yaşayarak göstermiş bir irade insanıdır…” Geçen haftadan devamla irade eğitimi bahsine bu kitabı da ilave etmek istiyorum.
Yine geçen hafta muhafazakar yazar ve sanatçıların geçmişle bağ kurmayı başardıklarını ancak geleceğe ilişkin az eser verdiklerini yazmıştım. Mustafa Kutlu tam tersi olduğunu söyleyerek itiraz etti. Yeni Şafak’ta henüz birincisi yayımlanan “Adını Koyalım” başlıklı yazılarını izlememi tavsiye etti. Bu konuda Mustafa Kutlu’nun Ülke Tv’deki Kalbin Sesi belgeselini de ben bu tavsiyeye ilave ediyorum. Bu bahsi daha uzun konuşmaya ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.