Reformları sağlam kazığa bağlamak

04:0027/08/2018, Pazartesi
G: 27/08/2018, Pazartesi
Aydın Ünal

AK Parti 16 yıl boyunca özgürlükleri genişleten tarihi reformlar yaptı. Tek bir örnek verirsek, 10 yıl önce başörtülü öğrencilerin üniversitelerde okuması imkansızken, bugün başörtülü kadınlar kamuda çalışıyor, hakim-savcı olabiliyor, jandarma teşkilatında, polis teşkilatında görev alabiliyor hatta subay yetiştiren okullarda öğrenci olabiliyorlar.İnanca, düşünceye, ifadelerin açıklanmasına ilişkin tüm reformlar kuşkusuz Türkiye’yi normalleştirdi.Ancak Türkiye’nin normalleşmesini kabullenemeyen hala

AK Parti 16 yıl boyunca özgürlükleri genişleten tarihi reformlar yaptı. Tek bir örnek verirsek, 10 yıl önce başörtülü öğrencilerin üniversitelerde okuması imkansızken, bugün başörtülü kadınlar kamuda çalışıyor, hakim-savcı olabiliyor, jandarma teşkilatında, polis teşkilatında görev alabiliyor hatta subay yetiştiren okullarda öğrenci olabiliyorlar.



İnanca, düşünceye, ifadelerin açıklanmasına ilişkin tüm reformlar kuşkusuz Türkiye’yi normalleştirdi.

Ancak Türkiye’nin normalleşmesini kabullenemeyen hala ciddi bir kesim bulunuyor. Şunu biliyoruz ki, Erdoğan ve AK Parti karşıtı kesim, iktidarı bir şekilde ele geçirebilirse, 16 yıl içinde yapılan reformların hepsi çöpe atılabilir.

Meseleyi sadece başörtüsü, ya da daha geniş manada inanç özgürlüğü merkezli ele almak yanıltıcı olabilir. 24 Haziran seçimlerini hatırlayalım: Ya beklenmedik bir sonuç çıksaydı? Ya Erdoğan ve AK Parti kazanamasaydı? ABD ve AB ile daha “uyumlu” olacak bir yeni iktidar, kaçınılmaz olarak PKK ve FETÖ ile mücadeleyi esnetecekti. Vesayetle mücadele rafa kalkacaktı.

Türkiye’de solun kolay kolay iktidara gelemeyeceğini biliyoruz; iyi de, sağ iktidara gelse bile, AK Parti ve Erdoğan’ın reformlarını korur mu?

Hatta AK Parti ve Erdoğan’ın kazanamadığı bir tabloda, o meş’um senaryo işleyip, Abdullah Gül’ün bir şekilde iktidara geldiğini tahayyül edin. Buna da “ehveni şer” olarak bakın. FETÖ ile mücadele devam eder miydi? Vesayete karşı bir cesur mücadeleden söz edilebilir miydi? ABD ve AB ile kurulacak “iyi” ilişkilerin ardından PKK’ya ya da PYD’ye karşı bugünkü gibi sert bir tutum izlenebilir miydi? Yine başörtüsüne dönersek, üniversitelerde serbesti devam ederken, kamuda, Jandarma’da, Emniyet’te, askeri okullarda başörtüsü barınabilir miydi?

Hepimizi rahatsız etmesi gereken bir gerçekle karşı karşıyayız: Gücü, yani iktidarı kaybedersek, kazanımlarımız tehdit altında olacak, mücadelelerimiz kesintiye uğrayacak. Bunu anlamak da çok zor değil. Eski Türkiye’nin hayaliyle yanıp tutuşanlar, özlemlerini her fırsatta dile getirmekten zaten kaçınmıyorlar.

Bu tabloyu iki şekilde okumak mümkün: Karşımızda, yaptığımız reformlara, genişlettiğimiz özgürlüklere, verdiğimiz bağımsızlık mücadelesine “düşman” bir kesim varsa, biz de AK Parti çatısı altında ve Erdoğan’ın liderliğinde birbirimize daha fazla kenetlenelim.

Aslında uzun süredir yaptığımız bu.

Ne var ki, Erdoğan’ın fani olduğunu, AK Parti’nin de ilelebet siyasetin başat partisi olarak kalamayacağını biliyoruz. Erdoğan’a Allah uzun ömürler versin, AK Parti de hiç kuşkusuz daha uzun yıllar Türkiye’nin birinci partisi olacak. Ancak karşımızdaki tabloyu “kutuplaşma” penceresinden okumaya devam edersek, AK Parti’nin kendi içinde son derece haklı gerekçelerle artık reform yapma zorluğunu da eklersek, er ya da geç, bizi olmasa bile çocuklarımızı tatsız bir son bekleyecek.

16 yıldır yapılan ve daha da yapılacak reformları sağlam kazığa bağlamak zorundayız. Anayasa’nın da, yasaların da “sağlam kazık” olmadığını biliyoruz.

O zaman tabloyu şöyle okumak gerekecektir: Yapılmış ve yapılacak reformlara muhalif kesimleri de ortak etmek. Bu bir ham hayal gibi görünebilir. Siyasetin sembollerle, kutuplaşmayla ve gerilimle yapıldığı, birinin “ak” dediğine diğerinin sorgusuz sualsiz “kara” dediği bir atmosferde böyle bir ortaklığı sağlamak kolay değildir.

Kolay değildir ama önümüzde başka bir seçenek de bulunmuyor.

Gerilim ve kutuplaşmanın bu kadar yüksek olduğu bir ortamda demokratik ve şeffaf olmasına rağmen her seçim akşamını adeta bir darbe gecesi gibi yaşıyoruz: Kaybedersek her şey bitecek, bütün kazanımlar kül olacak, bütün reformlar buharlaşacak. Muhalif kesim ise her seçime bir “kurtuluş savaşı” gibi bakıyor; kazanırsa her şey eskiye dönecek, kazanamazsa toprakları işgal altında kalacak. Bu doğal olabilir mi? Bu sürdürülebilir mi?

Örneğin, Dolar yükseldikçe muhalif kesim, “iktidar zora düşecek” diye neredeyse sevinçten havalara uçuyor. Bu sağlıklı bir ruh hali değil. Bu ruh halinin nedeni de elbette genetik, eğitim, ideoloji ya da siyaset de değil.

Hepimizin, çocuklarımızın, torunlarımızın istikbali adına bu sağlıksız ruh halinden bir an önce çıkmamız gerekiyor. Artık daha bütünleştirici, birleştirici, gerilimi düşürücü, kucaklayıcı bir dile ihtiyacımız var.

Görünen o ki, Türkiye olarak hiç bitmeyecek bir savaşın içindeyiz. Bu savaşı sadece iktidarın vermesi mümkün değil. Öyleyse iktidarın mücadeleyi vatan sathına yayması, herkesi bu direnişin içine katması gerekiyor. Muhalefet direnecektir, ama Erdoğan ve AK Parti bunu da başarabilir. Bu başarıldığında ancak reformlar sağlam kazığa bağlanmış olur. Bu başarıldığında ancak gelecek kaygımız ortadan kalkar.

#AK Parti
#Türkiye