O meşhur kartpostal

04:0228/06/2023, Çarşamba
G: 28/06/2023, Çarşamba
Aydın Ünal

Rahmetli dedemin köydeki evinin duvarına çerçeve içinde asılmıştı o kartpostal. Yaz tatillerinde köye gittiğimizde duvardan indirir, dakikalarca, belki de saatlerce bakardık. 70’li yıllar: Televizyon ve çizgi film yok. Fotoromanlar, karikatür dergileri ya da gazeteler ulaşamayacağımız kadar lüks. Duvarlarda ya bir aile büyüğünün vesikalık resmi, ya bir Kabe veya cami, belki Boğaz Köprüsü fotoğrafı, en fazla, sonradan İtalyan ressam Bruno Amadio’ya ait olduğunu öğrendiğimiz o tatsız “Ağlayan Çocuk”

Rahmetli dedemin köydeki evinin duvarına çerçeve içinde asılmıştı o kartpostal. Yaz tatillerinde köye gittiğimizde duvardan indirir, dakikalarca, belki de saatlerce bakardık.

70’li yıllar: Televizyon ve çizgi film yok. Fotoromanlar, karikatür dergileri ya da gazeteler ulaşamayacağımız kadar lüks. Duvarlarda ya bir aile büyüğünün vesikalık resmi, ya bir Kabe veya cami, belki Boğaz Köprüsü fotoğrafı, en fazla, sonradan İtalyan ressam Bruno Amadio’ya ait olduğunu öğrendiğimiz o tatsız “Ağlayan Çocuk” tablosu olurdu. Nispeten varlıklı evlerde tavus kuşu ya da geyik tasvirleri işlenmiş duvar halısı görmek de mümkündü. Kıyıda köşede, özellikle de vitrin camlarında, üzerine bir ayet ya da dua (genelde de Karınca Duası) yazılmış kartpostallar göze çarpardı. Evin oğlu ya da bir akraba askerlik yaptığı şehrin kartpostalını gönderdiyse o da sergilenir, uzak bir şehre dair ilk izlenimlerimizi şekillendirirdi.

Böyle bir kuraklıkta, dedemin evindeki o renkli, canlı ve onlarca soru işareti taşıyarak merakımızı diri tutan çizgi kartpostalın çok ayrı bir yeri vardı.

Ne olduğunu anneme sormuş, o da detaylıca anlatmıştı. Kim bilir, belki de hikayeyi öğrendiğimiz halde tekrar tekrar sormuşuz, o da hiç üşenmeden defalarca anlatarak bizi uyutmuştur. Hikaye, çocuk muhayyilemizde o kartpostalın yönlendirmesiyle kim bilir nasıl canlanmıştır.

Hepiniz bilirsiniz o kartpostalı: Bir çocuk, ya da bir genç, odundan mı taştan mı belli olmayan sunağın üzerinde yatıyor. Gözleri bağlanmış. Başında uzun sakallı, boylu poslu bir dede. Sarıklı ve cübbeli. Bir eliyle sunaktaki çocuğun başını tutmuş, diğer elinde bıçak var. Dedenin arkasında iki büyük kanadı olan uçan bir genç kız var. O da bir elini bıçağa uzatmış, diğeriyle besili bir koçun boynuzunu tutuyor. Arka planda palmiye ağaçları var, sağda solda otlar, çiçekler.

Hikayeyi öğrendiğimiz için midir, yoksa kartpostalı çizenin başarısı mıdır bilmem; ne sunakta bıçağın boğazına değmesini bekleyen çocukta, ne dedenin yüzünde, olumsuz, korkutan, ürküten bir hava var. Neşeli, dedim ya, renkli, canlı, keyifli bir çizim.

Dedenin ismi İbrahim’miş. Peygambermiş. Çocuğun ismi İsmail. İshak diyenler de var. O da peygambermiş. İbrahim, Allah’a verdiği sözü yerine getirmek için İsmail’i kurban edecekmiş. Allah Teala meleği aracılığıyla bir koç göndermiş, “Kendini kanıtladın, tamam, İsmail’i değil koçu kurban et” demiş.

Çocukken aklıma gelmiş midir acaba? Babam beni öyle yatırıp bıçağı boğazıma dayasaydı ne hissederdim? Belki de aklıma gelmiş ama babadan ve anneden bile büyük bir yaratıcının varlığına inanmanın ve onun her emrini yerine getirme mükellefiyetinin idraki bu soruyu bastırmıştır. Ama büyüdükçe bu soru da ister istemez büyür. Okulda insanlık tarihinin ölmek ve öldürmek üzerine, kan üzerine inşa edildiğini, her birine hayranlık duyup gururlandığımız kahramanların en büyük meziyetlerinin en çok öldürmek olduğunu, özgürlük ve bağımsızlığın neredeyse sadece öldürmekle mümkün olabileceğini öğrensem de, yaşadığımız çağın kanın en çok akan çağ olduğunu anlasam da, babanın oğlunu kurban etmesi zihnimde konforlu bir yere oturmamıştır.

Habil ve Kabil kıssasından biliyoruz ki kurban ibadeti ilk insandan bu yana hemen her inançta var. Belli ki yoldan çıkan inançlar bu ibadeti de bozarak Kurban’ı “sunmak” olarak bozmuşlar, hayvanlarını, buğdaylarını, içkilerini hiç etmişlerdi. Cehalette çok daha ileriye gidip insan kurban etmişlerdi.

Hz. İbrahim işte bu sapkın geleneği ortadan kaldırmış, insan kurban etme cehaletini sonlandırmış, kurbanı da “sunmak” fiilinden çıkarıp “teslimiyet” ve “fedakarlık” ile birlikte “paylaşma” olarak aslına döndürmüş olsa gerek. Hz. Peygamber (sav) da zaten bize bunu hatırlatmadı mı?

O meşhur kartpostala bakıp, Hz. İbrahim ve oğlu gibi, babamın elinden tutarak güle oynaya evimize döndüğümüzü hayal ettiğimi hatırlıyorum. Rahmetli babam, Kurban Bayramı sabahları hayvan canını teslim edene kadar nasıl da telaşlı olurdu. Kurban ibadetini adeta o kartpostalın içindeymiş gibi bizzat yaşardı. O zamanlar “travma” diye bir zırva da yoktu; babam kurbanın kesilmesini izlememize müsaade ederdi. Fedakarlık, teslimiyet ve paylaşmayı, en çok da merhameti ve hayatın kıymetini idrak etmeyi kurban bayramı sabahlarındaki o sahnelerden edindik. Mekanı Cennet olsun; kurbanlar yoldaşı olsun inşallah.

Kurban hayattır, kurban yaşatmaktır.

Bayramınız mübarek, eğer kesebildiyseniz kurbanlarınız makbul olsun.

#Aktüel
#Din
#Tarih
#İslam
#Aydın Ünal