5 mesele: İstikamet

04:0312/06/2023, Pazartesi
G: 12/06/2023, Pazartesi
Aydın Ünal

Yaşadıklarımdan, gördüklerimden ve okuduklarımdan yola çıkarak Türkiye’nin 5 büyük meselesinin olduğu kanaatine vardım. Bu 5 mesele, Türkiye’deki irili ufaklı nice meselenin esas kaynağıdır. Bu 5 mesele asırlar öncesinden bugüne devrolunmuş, çözülmediği takdirde geleceğe miras kalacak, ülkemizin ve milletimizin de bekasını tehdit eden meselelerdir. Bu 5 meseleyi çözmeden, Türkiye’nin hiçbir kronik meselesini çözemeyiz. 28 Mayıs seçimlerinde halk, Erdoğan’ı yeniden Cumhurbaşkanı seçerken, cumhurbaşkanına

Yaşadıklarımdan, gördüklerimden ve okuduklarımdan yola çıkarak Türkiye’nin 5 büyük meselesinin olduğu kanaatine vardım. Bu 5 mesele, Türkiye’deki irili ufaklı nice meselenin esas kaynağıdır. Bu 5 mesele asırlar öncesinden bugüne devrolunmuş, çözülmediği takdirde geleceğe miras kalacak, ülkemizin ve milletimizin de bekasını tehdit eden meselelerdir. Bu 5 meseleyi çözmeden, Türkiye’nin hiçbir kronik meselesini çözemeyiz.

28 Mayıs seçimlerinde halk, Erdoğan’ı yeniden Cumhurbaşkanı seçerken, cumhurbaşkanına meşru ve demokratik büyük güç veren yeni sistemi de tekrar onaylamış oldu. Yani Türkiye’nin önünde, asırlar öncesinden gelen bu 5 meseleyi çözmek ya da çözüm kapısını aralamak için eşsiz bir fırsat var. 21 yılda Türkiye’de çok büyük reformlar yapmış olan Erdoğan, önümüzdeki 5 yıllık süreçte bu 5 meselenin de üzerine giderek, hem yapılan reformları perçinleyebilir, hem de Türkiye’nin beka sorununu ortadan kaldırabilir.

Bu 5 meseleden 5’incisi Türkiye’nin “İstikamet” sorunudur.

Sorunun ne zaman ortaya çıktığına dair farklı görüşler var: Kimileri İnebahtı Savaşı (1571), kimileri Viyana Kuşatması (1683), kimileri de Karlofça Antlaşması (1699) sonrası Osmanlı’nın Batı karşısında neden gerilediğini etraflıca tartışmaya başladığını söylüyor. Sultanların, bürokrasinin ve münevverlerin zihninde hep aynı sorular var: “Biz neden geriliyoruz, onlar neden ilerliyor?” “Ne yapmalıyız, nasıl bir tavır almalıyız, hangi reformları gerçekleştirmeliyiz?”

2’nci Mahmut, 2’nci Abdülhamit, Ahmet Cevdet Paşa, Said Halim Paşa, Akçuralı, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Said Nursi ve daha nicesi hep bu soruların peşinden koştular. Cevaplar da ürettiler ve uygulamaya koydular. Ancak bugünden geriye bakınca, cevapların da uygulamaların da büyük oranda isabetsiz olduğunu, sorunun hâlâ havada asılı kaldığını görüyoruz.

Cumhuriyet kurulduğunda, kurucu kadro bu soruna kendince bir cevap üretti ve cevabı bir dayatma şeklinde uygulamaya koydu. Sonradan adına “Kemalizm” denilen bu model, sorgusuz sualsiz Batılılaşmayı, Batı ile aynı şekilde modernleşmeyi dayatıyordu. Oysa Batı ile aramızda çok ciddi farklar vardı: Hristiyanlık ile İslam’ın gerek yapısı gerek tarih içindeki seyri çok farklıydı. Hristiyan ve İslam toplumları farklıydı. Aydınlanma, Hristiyanlık eksenli ve Hristiyanlığı dönüştürerek, Nietzsche’nin deyimiyle “Tanrı’yı öldürerek” ortaya çıkmıştı. Bizde sınıf farkı, feodalizm, bireyselleşme, ruhbanlık, sınırsız çalışma ve kazanma hırsı ve benzeri olgular da yoktu. Cumhuriyet’in dayatması, kısa süre içinde reaksiyonla karşılaştı ve bu reaksiyonlara verilen devlet tepkisi ağır zulme dönüştü. Kötü olan şu ki, aradan 100 yıl geçmesine rağmen, bu dayatmayı tartışmaya açmaktan dahi uzağız. Cumhuriyet’in ürettiği ve kültürel alan kadar düşünce alanını da tekelinde tutan aydın sınıfı Kemalist ideolojiden koparak farklı bir düşünce, farklı bir öneri ortaya koyamıyor. Eğitim sistemimiz özgür, özgün, yerli, eleştirel düşünceye sahip bireylerin yetişmesine imkân tanımıyor. En iyi gibi görünen bilim insanlarımız, münevverlerimiz dahi bir noktada gelip Kemalizm’in dar çerçevesinde tutsak olduklarını izhar ediveriyorlar.

Türkiye’nin ve genel olarak İslam coğrafyasının üzerinde dolanan kara bulutlar sadece kendi iç dinamiklerinden de kaynaklanmıyor. Örneğin Batı’da eğitim görmüş olanlarımızın ilmine ve fikrine daha çok itibar ediliyor. Batı ise, şarkiyatçılar ve misyonerler eliyle bu coğrafyada (yeniden) fikir üretilmesini engellemek için yoğun ve sistemli çalışıyor.

İstikamet meselemize cevap üretecek en sağlam ve dinamik güç kuşkusuz İslami düşünce. (Son 21 yıl da bunun ispatıdır.) Ancak itiraf etmeli ki İslami düşüncenin de meselelerimize çözüm üretebilmesi için altının çok daha fazla doldurulması gerekiyor. “Tekniğini alalım, ahlakını almayalım”, “bir elinde Kur’an, bir elinde bilgisayar”, “sınırlı modernleşelim”, “İslam terakkiye mani midir?”, “Terakki nedir?” ve benzeri tartışma ve çabalar sorunu çözmeye yetmiyor. Hukukta, iktisatta, eğitimde neyin nasıl yapılacağı konusunda zihinler berrak değil.

Ne yapmalı? Bu soruya 350 yıldır tatmin edici bir cevap bulamadık. Ancak şuradan başlayabiliriz: Önce böyle mühim bir meselemizin varlığını kabul etmek zorundayız. Ardından da bu meseleyi özgürce tartışabileceğimiz bir zemini tesis edebiliriz.

Türkiye’nin doktorlardan, mühendislerden, teknisyenlerden ziyade çok iyi felsefecilere ve ilahiyatçılara ihtiyacı var. Önümüzdeki 5 yıl, eğitim sisteminde bu acil ihtiyaca yoğunlaşabilir, o özgür zemini inşa edebilir, çalışmaları teşvik edebiliriz. Türkiye’de düşünce hayatını Kemalizm’in dayatmasından, Batı’nın hegemonyasından kurtarabilir, düşünceyi özgürleştirebiliriz. Türkiye asırlardır İslam dünyasının fikir öncülüğünü de yapıyor; böylece sadece kendimize değil, İslam dünyasına da çözümler üretebiliriz.

Tabii ki sancılı bir tartışma süreci olacak. Ama biz uzun soluklu bu tartışmayı başlatamaz ve yapamazsak, olduğumuz yerde sayacağımıza da hiç kuşku yok. Hatta çok daha kötüsü, bir beka sorunuyla karşılaşacağımız da görülüyor.

Türkiye, “istikamet” sorununu önce kabullenmeli, sonra tartışmalı, sonra da inşallah çözümler üretmelidir. Bunu çözmeden hiçbir sorunumuzu çözemeyiz, geleceği inşa edemeyiz.

5 meseleye devam edeceğiz…

#Eğitim
#Tarih
#Siyaset
#Aydın Ünal