On yıl kadar önce bir televizyon kanalında ülkemizin elit kesimine mensup bir bayan üniversite hocası “ben bu başörtülülere sokakta bile tahammül edemem” tarzında yüzünü buruşturarak konuşurken kanım donmuş; bir şekilde aklıma yurtdışına ilk gittiğim günlerde üniversitenin kütüphanesinde bir punkçu genci gördüğüm zaman onu oraya yakıştıramadığım aklıma gelmişti. Halbuki zaman ilerledikçe o gençle arkadaş olmuş, “punkçuluk felsefesi” üzerine uzun uzun sohbet ettikçe onların toplumdaki diğer insanlardan farklı düşünerek sürüden ayrılmaya çalıştıklarını öğrendiğimde saygım artmış ve kütüphaneyi onun diğerlerinden daha fazla kullanması gerektiği sonucuna varmıştım.
Türkiye'de de şimdiye kadar Nilüfer Göle hariç hemen hemen hiçbir sosyal bilimci “başörtülü kesim” ile herhangi bir iletişime geçmeden sadece dışarıdan başörtüsü hakkında yorumlar yapmaya devam etmektedirler. Yani hiç kimse onların fikrini almaya tenezzül etmiyor, niçin saçlarını başkalarına göstermediğini sormuyor nedense. Bu tür bir giyim tarzı için onlardan aile baskısından tutun aileye isyana varıncaya kadar yelpazenin karşıt uçlarından pekçok farklı sebep gelebilirdi halbuki, zahmete katlanıp sorulsaydı. Belki de başörtüsü bazıları için tüketim anlamında Nike spor ayakkabılarını giymekten farklı değildir. “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” görüşünce başörtüsü de “basit bir bez parçası” hükmünden çıkarılıp cumhuriyetin temel değerlerine bir tehdit olarak algılanmıştır.
Bir modernleşme projesi olan cumhuriyet geleneksel olan her şeye karşı çıkmış ve üzerinde yaşayan insanlarla birlikte ülkeyi toptan bir mo-dernleştirme çabasına girişmiştir. Günümüzden geriye doğru bakıldığında bu projenin oldukça başarılı olduğu ve temel prensiplerin, özellikle de laikliğin, çok büyük kesimlerce içselleştirildiği bariz bir şekilde görülmektedir. İmam-hatip okullarının da bu başarıda yadsınamayacak derecede önemli bir rol oynadığı da inkar edilemez. Geleneklerinden kopmayı şehirlilere göre daha geç başarabilen taşrada bu okulların sayısının artmasıyla önceleri kızların okumasına karşı çıkan geleneksel babalar kızlarını bu okullara gönder-meye razı olmuş ve böylece eğitimli kadın nüfusu artmıştır. Bu lise seviyesinde eğitim almış bayanlar evlenip kendi kızları olunca onları daha yüksek eğitim almaya teşvik etmişlerdir. Kız kardeşlerinin okula gitmesi fikrine alışmış olan erkekler de kendi kızlarının da okula gitmesini tabii karşılamışlardır.
Fakat elit kesim başörtüsünü hâlâ geleneksel ile eşdeğer gördüğünden ülkenin modernleşemediğinden kaygı duyuyor ve başörtülü kızları hâlâ üniversitelere yakıştıramıyor. Onlar hâlâ başörtüsünü köylüler, taşralılar, fakirler, büyük şehirlerde de kapıcılarının eşleri ve kızları ile devlet dairelerindeki ofislerini temizleyen hanımlardan başkalarının takamayacağını varsayıyorlar. Halbuki ülkede 1990'larla birlikte büyük bir ekonomik değişimle birlikte kültürel bir değişimin de meydana geldiğini ve artık sosyo-ekonomik seviyesi oldukça yüksek ama modernlikle birlikte geleneklerinin kendilerince bazı önemli unsurlarını da muhafaza eden bir kesimin ortaya çıktığının farkında değiller... Yani, üniversitede başörtülü bir müstahdem olabilir ama başörtülü bir profesör asla kabul edilemez. Bir başka deyimle, başörtüsü ancak gizli ve gözden uzak olduğunda kabul edilebilir ama görünür olması ya da bir taleple gelmesi ancak tehdit olarak açıklanabilir.
Aslında yazının başlığını Amerikalı bir antropoloğun 2004 yılındaki Fransa'da başörtüsü yasakları ile ilgili olarak yazmış olduğu kitabın başlığından aldığımı itiraf etmeliyim (Why the French Don't Like Headscarves: Islam, the State, and Public Space [Fransızların Başörtüsünü Sevmeme Sebepleri: İslam, Devlet ve Kamusal Alan], John R. Bowen, Princeton: Princeton University Press, 2006). Kitabı okurken hep Türkiye'yi düşünmeden edemedim; malum bizim laiklik anlayışımız da Fransızların “laïcitè” kavramından türetilmişti... Kamusal alanda dini bir sembol taşıyan birisi nasıl iyi bir Fransız vatandaşı kabul edilmiyorsa başörtüsü takan bir hanım da modern Türkiye'nin bir vatandaşı olamamaktadır. Kitapta Fransa ile Türkiye arasında daha pekçok benzerlik göze çarpıyor ama tarihsel olarak Kilise'nin ülke siyasetindeki etkisi, daha doğrusu, baskıcı tutumu ve ondan kurtulabilmek için geliştirilen laiklik anlayışının Türkiye'ye uyup uymadığı tartışılabilir. Her ne kadar pratikte din ve devlet ayırımı şeklinde bir benzerlik gösterseler de aslında teoride İslam ile devlet arasındaki ilişki Kilise-devlet ilişkisinden tamamen farklıdır. Zira öncelikle İslam'ın kesin çizgilerle belirlenmiş bir devlet anlayışı olmadığı gibi devlet üzerinde de bir baskısından söz edilemez. Peygamber'in vefatından günümüze kadar Müslüman toplumların tarihin farklı dönemlerinde ve farklı coğrafyalarda farklı şekillerde yönetilmesi de bunun pratikteki en basit göstergesidir. Din-devlet ilişkileri bakımından dünyada iki farklı anlayıştan söz edilebilir: Özgürlüğü devletle birlikte kazanmış Fransa (Rousseau) ile özgürlüğü devletten kazanmış diğer ülkeler (Locke); yani Fransa'yı Fransa yapan ne dili, ne kültürü ne de anayasasıdır. Fransa ancak devletin varlığıyla ve onun işlevleriyle özgür olabilir. Laikliğe bu açıdan bakılırsa devletin kamusal alanda herhangi bir etnik ve dinsel bir azınlığa imtiyaz tanımayıp herkese eşit özgürlük sağlaması bakımından ülkedeki toplumsal birliği koruduğu ve özgürlüklerin güvencesi olduğu iddia edilebilir. Ancak, devletin burada herhangi bir dine müdahale etmeyip ona karşı bir taarruzda da bulunmaması anlamındaki Locke geleneği yasaklama yerine daha fazla özgürlük getirdiği için tercih edilebilir.
*Yard. Doç. Dr. Fatih Üniversitesi