Vitali Hakko vefat ettikten sonra gazeteler yaşam öyküsünü geniş bir şekilde yazıp çizdi. Ticarete nasıl başladığı, şirketini nasıl büyüttüğü, hatta gönüllü olarak nasıl orduya yazıldığı... Ama götürüldüğü çalışma kampı nedense yazılmadı. İşte o yazılmayanlar!
Geçtiğimiz hafta vefat eden Vitali Hakko'nun yaşam öyküsü gazetelerde geniş bir şekilde yer aldı. Ticarete nasıl başladığı şirketini nasıl büyüttüğü, hatta gönüllü olarak nasıl orduya yazıldığı… Merhumun sınırlı sayıda basılan “Hayatım Vakko” adlı otobiyografisinden derlenen bilgilerle ülkemizin gayrimüslim azınlıktan bir yurttaşının imza attığı başarılar gururla sunuldu. Ancak ekalliyetten yurttaşımızın yaşadıklarını sayıp döktüğü biyografisinde, yer alan bazı sayfalar, basınımızca uygun görülmemiş olacak ki, hemen hemen hiç sözü edilmedi. Vitali Hakko gazete sütunlarında cumhuriyet devrimleri sayesinde iş hayatında büyüyen bir müteşşebbüs olarak anıldı sadece.
Hakko'ya uygulanan bu karartma, cumhuriyet tarihimize yönelik karartmayla birebir örtüşüyor aslında. Ünlü iş adamının biyografisinde karanlıkta bırakılan sayfalar, tarihimizin de karanlık sayfaları aynı zamanda.
1941 senesinin Mayıs ayında CHP hükümeti gizli bir karar aldı. Karar uyarınca silahlı kuvvetler tüm ülkeyi kapsayan bir arama yapacak, kontrollerde gayrımüslim olduğu anlaşılan yurttaşlar ihtiyati olarak silah altına alınacaklardı. Öyle de oldu. Özellikle büyük şehirlerde yapılan kontrollerde gayrimüslim azınlıklar sorgusuz sualsiz gözaltına alınıyor, Yakınlarına haber vermesi dahi beklenmeden trenlere bindirilerek, yurdun çeşitli yerlerine gönderiliyorlardı. Resmi açıklama azınlıkların askere alındığı yönündeydi ancak silah altına alınanlar gittikleri yerlerde farklı bir manzarayla karşılaştılar. Tarihe “20 kura ihtiyatlar olayı” olarak geçen gayrimüslimlerin silah altına alınması kararı verildiğinde, Vitali Hakko seferberberlik uyarınca ikinci kez yaptığı yedek subaylıktan henüz terhis olmuş, “Şen Şapka” adıyla ünlenen mağazasının işleriyle yeniden meşgul olmaya başlamıştı.
Vitali Hakko o günleri şöyle anlatıyor; “Polisler mağazamıza gelip 'Vitali sen misin” dediler. 'Evet' deyince koluma girip 'Haydi orduya' dediler. Ben bir yanlışlık olduğunu ordudan henüz geldiğimi söylemeye çalışıyordum ama meğer yanılan benmişim. Yaş-baş gözetmeden birkaç sınıf birden silah altına alındık. Aramızda Müslüman Türk vatandaşlarının olmayışı endişelerimizi artırıyordu. Trenlerde ak saçlı altmış yaşında Rumlar, Ermeniler, Museviler vardı. Bu insanlar kaderlerine ağlıyorlardı.”
Hakko ve beraberindekilerin ilk durağı Selimiye Kışlası'ydı. Daha sonra kendisi gibi azınlıklarla birlikte Haydarapaşa'dan kalkan trenle Kandıra'nın yolunu tuttu. İkinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Almanya'ya savaş ilan etmemiş bir ülkenin azınlık yurttaşları olarak hepsi korku içindeydi. Götürüldükleri çalışma kamplarında her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimilerine göre Hitler Trakya sınırına dayanmıştı, kimilerine göre ise Kafkasya üzerinden saldıracaktı. Bu savaşın sonunu biz göremeyiz diyenler, Doğu Avrupa'daki “pogrom” uygulaması Hitler sınırları aşınca burada da yaşanacak diyenler… Hakko, otobiyografisinde yine de umudunu kaybetmemeye çalıştığını yazıyor. Nitekim Hakko'nun umut ettiği gibi oluyor ve ne Hitler Türkiye'ye saldırıyor, ne de hükümet azınlıklara “pogrom” uyguluyor. Yaklaşık iki yıl sonra Vitali Hakko ve gayrimüslim azınlıklar anlam veremedikleri uygulamanın ardından evlerine geri dönüyor.
İki yıl boyunca azınlıkların çalışma kamplarında yaşadıkları neredeyse hiçbir zaman tartışılmadı. Silah altına alınanlara “beş düğmeli diye tabir edilen ve bir söylentiye göre 1939'daki deprem nedeniyle Yunanistan'dan hediye edilen çöpçü üniformaları dağıtılmıştı. Yaptırılan işler de askerlik hizmetinden bir hayli uzaktı. Azınlıklar, Zonguldak'taki tünel inşaatı, Ankara'daki Gençlik Parkı'nın yapılması, Afyon, Kütahya gibi illerde yol yapım işlerinde çalıştırılmıştı.
20 kura olayının etkisi henüz geçmişti ki ülkenin üzerinde yeniden kara bulutlar dolaşmaya başladı. Vitali Hakko'ya “beterin beteri” dedirten bu kara bulut Varlık Vergisi'ydi. Tüm varlığının yarısı kadar vergi tahakkuk ettirilen Hakko, şaşkınlık ve panik içinde bulunan ailesini rahatlatmak için yalan söylemek zorunda kalmış. “Sakın kimseye söylemeyin, galiba bizi unuttular” diyerek evinden çıkan Hakko Anadolu'daki müşterilerinden borç para aramakta bulmuş çareyi.
Türkçe dışındaki hiçbir dilde olmayan “İnsanlık ölmemiş” deyiminin ne kadar doğru olduğunu Anadolu topraklarında bizzat görmüş Hakko. Eskişehir ve Ankara'daki Müslüman Türk müşterilerine durumunu anlatan Hakko'ya yardım etmek için herkes elinden gelene yapmış ama en büyük yardımı Ankara'daki Anafartalar Caddesi'nde şapka satan bir “Hacıbaba'dan” görmüş. Hakko yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Hacı olduğu için herkes ona Hacıbaba derdi. Bana bir bardak çay ikram etti. Bana 'olanları duydum, Allah büyüktür üzülme' dedi. Biraz konuştuk. Çıkarken cebime bir zarf koydu. Şaşkın bakışlarım karşısında, 'Haydi şimdi git, Göreceksin Allah büyüktür, üzülme' dedi yeniden. Dükkandan çıkıp zarfı açtığımda bize biçilen verginin beşte biri tutarında banknot saydım ve gözyaşlarımı tutamadım. Hacıbaba gibi insanlar olduğuna göre Allah büyüktü ve bu badireyi atlatacaktık.”