Boğaz'ın gözbebeği olan Bebek'te bir yazlık sefâret. Boğaziçinin en büyük yalılarından biri olan Vâlide Paşa Sâhilsarayı, Osmanlı'nın görkemini günümüze kadar sırtında taşımış, ihtişamlı bir sahilsaraydı. Şimdilerde restorasyonu yapılan bu sâhilsaray, Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından son Mısır Hıdiv'i (Hıdiv, Mısır vâlilerine verilen unvan) Abbas Hilmi Paşa'nın annesi Hıdivâ Emine Vâlide Paşa'ya hediye edilmişti. “Hıdivâ Sarayı” , “Emine Vâlide Paşa Sahilsarayı”, “Hıdiv İsmail Paşa Yalısı”, “Vâlide Paşa Yalısı”, “Mısır Konsolosluğu Sâhilsarayı” olarak da bilinir. Mimarı, İtalyan mimar Raimondo D'Aronco'dur.
Prenses Emine Hanım tuttuğunu koparan otoriter bir kadındı. İstanbul O'nu Vâlide Paşa olarak bilirdi. Ve “Paşa” unvânını alan tek kadındı. Bu unvanı kendisine veren Sultan 2. Abdülhamid Han'dır. Şu an Mısır Konsolosluğu olarak kullanılan bu sâhilsarayın yerinde Sultan 1. Abdülhamid devri şeyhülislâmı Dürrizade Mehmet Ataullah Efendi'nin yalısı vardı. İlk defa 1781'de inşâ edilen yalının tarih kıtâsını Surûrî Efendi söylemiş.
Sururi kastedip tebrik ve tarih / Şu beyt-i dilnişini etti inşad / Mübarek ola bu sahil sarayı / Atâullah Efendi kıldı bünyad
İlk sâhibi Dürrizade Mehmet Ataullah Efendi'den sonra 2. sâhibi Şeyhülislâm Mehmet Ârif Efendi'ye geçen yalı, Sultan 3. Selim'in de sık sık ziyâret ettiği bir mekan hâline gelmişti. Zîrâ, kız kardeşi Hatice Sultan, Mimar Melling'e Defterdar Burnu'ndaki Neşetâbâd Kasrı'nı tâmir ettirirken, Dürrizâdelerin bu yalısında misafir kalmıştı. O sırada Şeyhülislam olan Dürrizade Esseyyit Mehmet Ârif Efendi, Hatîce Sultan'a yalısının büyük bir bölümünü tahsis etmişti. Sultan 3. Ahmed'in Kadıaskeri ve Sultan 1. Abdülhamid'in şeyhülislâmı olan Dürrîzâde Mehmet Ârif Efendi tarafından 1781 yılında yaptırılan yalı idi. Dürrizâde âilesinin birçok yalısı vardı. O dönemde bu yalı, tıpkı yalıyı yaptıran Dürrîzâde âilesi gibi meşhur idi. Mısır konsolosluğu, başlangıçta bir elçilik olarak yapılmamıştı.
Dürrizade Arif Efendi'nin 1800 yılında ölümü üzerine yalı, oğlu Şeyhülislam Abdullah Efendi'nin oldu.
İlk defa 1781'de inşâ edilen yalının yerine yapılan şu an ki bina, 3. binadır. İkinci Bina Sultan 2. Mahmut'un sadrazamlarından Rauf Paşa tarafından yaptırılmış ve daha sonra kendisinden yalıyı satın alan, Sultan Abdülaziz'in sadrazamlarından Âlî Paşa tarafından da yenilenmişti. Sultan Abdülaziz zamanında bu yalıda, İngiltere Prensi ve Avusturya İmparatoru da ağırlanmıştı. Âlî Paşa zamanında yalı belki de en gösterişli ve şatafatlı günlerini yaşıyordu. Yalıda verilen ziyafetler, partiler o kadar çoğalmıştı ki yalının aylık masrafının en az olduğu zamanlar 4.000 altunu geçiyordu. Âlî Paşa'nın ölümünden sonra mirasçıları yalıyı sattılar. Yalıyı Sultan 2. Abdülhamid Han satın aldı. Ve Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'nın annesi Emine Vâlide Paşa'ya hediye etti.
Üçüncü Bina şu an gördüğümüz binâdır ki bânîsi, Emine Vâlide Paşa, mimarı da Raimondo D'Aronco'dur. Vâlide Paşa Mısır'dan 2 kızı Hatice ve Nimetullah ile İstanbul'a ilk geldiğinde Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından kendisine hediye edilen ahşap yalıda kalmıştı. Daha sonra bu yalıyı, 1. Dünya Savaşı yıllarında yıktırarak yerine şimdiki sâhilsarayı yaptırmıştı.
Yalı Boğaziçi'nin tam ortasında ve en güvenli koyundadır. Bütün konsolosluk yazlıkları, Tarabya ve Sarıyer'den sonraki sahil boyunca sıralanmışken, yani bir bakıma Boğaz'ın dışına, Karadeniz sahillerine doğru itilirken, Mısır Konsolosluğu, içimize kadar sokulmuştur. Bunun sebebi, Mısır Müslüman bir ülke iken diğerlerinin gayrimüslim ve Mısır'ın bir zamanlar Osmanlı'nın bir eyaleti olmasıydı. Mısır Valileri yazları İstanbul'da, kışları Kâhire'de otururlardı. Yani Mısır hiçbir zaman yabancı bir ülke gibi görülmediği gibi, Osmanlı'dan ayrılıp bağımsız oluncaya kadar da zaten ülke bile değildi. Osmanlı Devleti'nin bir eyaletiydi sadece hepsi bu. Sâhilsarayın çatının üstünde tam ortada 2. Mahmut Güneşi'nin içinde Allâhu Teâlâ'nın isimlerinden ikisi yazılıdır. “Yâ Hâfız Yâ Emîn” O dönemdeki bir çok yalının tepesinde yazan ve koruyucu mânâsına gelen Allahu Teâlâ'nın ismi. 2. Mahmut Güneşi de: Tüm canlıların yaşam kaynağı güneş olduğu gibi, halkının yaşam kaynağı da padişah olduğu için, padişahı temsilen güneş kullanılmıştır nişanlarda.
Yusuf Kâmil Paşa'nın yalısı da, bu sahilsarayın komşusuydu. Daha sonra Yusuf Kâmil Paşa sadrazam olmuştu. Âlî Paşa'nın sadareti ve hâriciye nâzırlığı sırasında bu sahilsarayda çok önemli toplantılar yapılmış, meşhur misâfirler ağırlanmıştı. 1858 Karadağ Konferansı burada toplanmış, Girit İsyanı Meselesi için burada toplanılmış, 1869 da iâde-i ziyaret için İstanbul'a gelen İngiliz Veliahdı burada verilen bir ziyafete katılmış, ve Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph burada ağırlanmıştı. Resmiyete, protokole, teşrifâta çok düşkün olan Âlî Paşa, zaman zaman Padişah Sultan Abdülaziz'e dahi ders vermeye kalkacak kadar küstahlaşırdı.
Emine Vâlide Paşa'nın oğlu son Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa, Avustralya'lı bir kadına âşık olur. Ve evlenerek İstanbul'a gelirler. Fakat bu yeni gelini Vâlide Paşa hazretleri istemez. Ve oğluna: “Ya o kadını boşarsın, ya da bu yalıya bir daha ayak basamazsın” der.
Abbas Hilmi Paşa için problem değil. Geçer Anadolu yakasına. Çubuklu semtinde, boğaza nazır, kuleli muleli güzel bir kasır yaptırır. Mimar Seminati'ye. Ve gider yeni hanımıyla kasra yerleşir. İşte bu günkü Hıdiv Kasrı bu şekilde ortaya çıkmıştır. Boğazı ve mehtabı seyrederek kahve içmek için yapılmış olan rasat kulesi ise esasen daha yüksek olacakmış. Lâkin Sultan 2. Abdülhamid Han izin vermiyor. Sebep olarak da şöyle ferman buyuruyor:
“İstanbul semalarında, minâreden daha yüksek bir yapı görmek istemiyorum”
Neyse. Biz yine dönelim yalıya. 1924 yılında Osmanlı fiilen ve resmen sona erip de Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulunca, Emine Valide Paşa, Bebek'teki bu muhteşem yalısını yeni kurulmuş olan Türk Devleti'ne bağışlamak ister. Fakat yalının devir teslimi sırasındaki resmi yazışmalarda, o dönemlerde “Ağa, Paşa” gibi unvanlar yasaklanmış olduğundan, Emine Valide Paşa'ya “Bebekli Emine Hanım” diye hitab ederler. Sultan 2. Abdülhamid Han'ın kendisine vermiş olduğu “Paşa” unvanının kullanılmamasına sinirlenen Vâlide Paşa, yalısını Türk Hükümetine bağışlamaktan vazgeçip, Mısır Hükümetine bağışlar. Ebediyyen konsolosluk olarak kullanılmak şartıyla.İşte böyle. Vâlide Paşa'ya “Paşa” demediğimizden dolayı, Boğaziçi'nin en büyük ve en görkemli binalarından biri olan bu muhteşem yalıyı kaybediyoruz. Bir rivâyete göre de Vâlide Paşa, Mısır'ın diğer ülkeler gibi İstanbul'da bir elçilik binâsının olmayışından ötürü (Olamazdı zira Mısır diğerleri gibi bir yabancı ülke sayılmıyordu Osmanlı'da) bu sahilsarayı Mısır'a bağışlamıştı. Lâkin ölene kadar korudaki av köşkünde oturmayı şart koşmuştu. 15 Haziran 1931 de vefat edince de vasiyeti gereği av köşkü yıktırıldı. Şu an oldukça yıpranmış olan konsolosluk binası baştan sona restore ediliyor.
Gelelim sahilsarayın son sâhibine. Döneminde güzelliği, kibarlığı ve asâletiyle meşhur olan Vâlide Paşa'nın en önemli özelliği de otoriter oluşuydu. Mısır vâlilerinin âdeti veçhile kışı Kâhire'de yazı İstanbul'da geçiren Vâlide Paşa, oğlu Abbas Hilmi Paşa ile birlikte Bebek'teki bu yalısında otururdu. Her şeyiyle estetiğe ve zerafete çok dikkat eden Vâlide Paşa'nın kayığı bile o kadar zarifti ki, mavi kadife örtüsünün ucunu denizi süpürmesi için bir pelerin gibi, bir gelinliğin etekleri gibi sarkıtır ve kuğu gibi süzülerek giderdi boğazın serin sularında. Bir de bu denizi süpüren mavi kadifenin üzerinde gümüşten işlemeli ışıl ışıl parlayan balık resimleri vardı ki, sâhilden seyredenler, vâlide sultanın kayığını gümüş renkli balıkların tâkip ettiğini, kayığa eşlik ettiğini sanırlardı.
Babası Tevfik Paşa'nın ölümünden sonra Abbas Hilmi Paşa Mısır Vâlisi oldu. Vâlidesi Emine Hanım'ı sık sık ziyârete gelen Abbas Hilmi Paşa'nın yolculukları sırasında kullandığı bir de meşhur yatı vardı ki dillere destan olmuştu. El-Mahrûsa Yatı. El-Mahrûsa, Memleket demektir. Hakikaten memleket gibi bir yattı. Ne ararsanız vardı yatta. 3 bin ton ağırlığında olan yatta 8 tane Armstrong topu vardı. Abbas Hilmi Paşa'nın yattaki yatak odası ise 12 m. uzunluğunda idi. Ayrıca bin tonluk Safâ-i Bahr yatı da bu yata eşlik eder, yedekte seyrederdi. Safa-i Bahr ise, Deniz Safâsı demektir.