Vergilius'un Ölümü', hemen her bakımdan büyük bir eser. Öncelikle ömrünün son 18 saatini okuduğumuz 'Vergilius / Virgil'i konu edindiği için böyle. Bundan başka Avrupa romanının en büyük temsilcilerinden Herman Broch'un hem de Amerika'ya iltica ettikten sonra –bir bakıma sürgündeyken- yazmış olduğu bir roman olduğu için böyle. Bu büyük kitabın bir başka özgünlüğü ise, Almanca yazılmış olmasına rağmen metnin neredeyse tamamının -A.Cemal'in deyimiyle yüzde 80'lik kısmının- Almanca'dan da öte H.Broch'un kendi dilini bulmak istercesine, Almanca'dan türetmiş olduğu kelimelerle yazılmış bir dil başyapıtı olmasında yatıyor. Her şeyden öte, 'Vergilius'un Ölümü'nü en azından ülkemiz okuru için önemli ve büyük kılan bir başka şey ise; neredeyse bir ömrün yarısından fazlasına yayılmış bir süreç içinde tamamlanmış bir Ahmet Cemal çevirisi olmasında yatıyor.
Bu bakımdan, 'Vergilius'un Ölümü' için, Türk okuruna Musil, Kafka, Benjamin, Novalis, Canetti ve Bachman'ı da çevirerek hediye eden Ahmet Cemal'in en son hediyesi de diyebiliriz.
İthaki Yayınları'ndan 2012'nin son aylarında çıkan ve kısa sürede 2. baskıya ulaşan bu büyük kitabı okurken, insan kaçınılmaz biçimde tıpkı A. Cemal'in çeviri sürecinde yaşamış olduğu gibi bir 'durma ve düşünme' evresine giriyor. O kadar ki, bu 'durma ve düşünme' evresinde kendi okuma serüveniyle başbaşa kalan okur, ister istemez daha önce okumaya giriştiği kitaplarla kurmuş olduğu ilişkiyi düşünerek; sözgelimi, 'Binbir Gece Masallarını', Mevlana'nın 'Mesnevi' sini, Joyce'un 'Ulysses'ini, Proust'un 'Kayıp Zamanın İzinde' sini, Musil'in 'Niteliksiz Adamı'nı, Huxley'in 'Ses Sese Karşı'sını, Celine'in 'Gecenin Sonuna Yolculuk' unu, Homeros'u,Tanpınar'ı, O.Atay'ı, T.Uyar'ı, E.Cansever'i, C.Zarifoğlu'nu, S.Karakoç'u…okuyup oku(ya)madığını düşünmeye başladığı gibi 'Vergilius'un Ölümü'nü okuyabilecek bir 'backreading'e sahip olup olmadığını da düşünmeden edemiyor.
Tanıştığımız her büyük başyapıt gibi, 'Vergilius'un Ölümü' de bizi, işte böylesine derinlere çağıran bir kitap. Denilebilir ki, başından sonuna kadar ince ince işlenmişliği gibi tıpkı yazılırken işlendiği biçimde işlenmiş bir okuma birikimi istiyor okurdan.
Öncelikle hem kitabın içinden hem de dışından bakarak ifade edilmesi gereken bir husus; ölümü kitaba konu edilen büyük şair 'Vergilius Publius Maro' ile 'Herman Broch' arasında içten ve dıştan, yaşamdan şiire ve felsefeye kadar genişleyen bir benzerlik alanı söz konusu. Bu bakımdan yazandan yazılana yazılandan yazana şiir, sanat, insan, kitle, yaşam ve ölüm hakkında söylenen çok değerli sözleri ve dersleri barındırıyor.
Kitap hakkında görüş bildiren W.Jens'e kulak verecek olursak; ömrünün son demlerinde Katolik mezhebini seçen Broch, Vergilius'un ömrünün son 18 saatini işlerken bir şairin hayatından ve şiirinden yola çıkarak bir yandan bütünüyle bir hayatı ve bu hayatın ürünlerini sorgularken öbür yandan da felsefeyi sanat boyutuna yükseltmeyi amaçlamıştır.
Alman Edebiyatı'nın bir başka büyük ve kadirşinas ismi Thomas Mann' a göre 'Vergilius'un Ölümü', Roman sanatının esnek ortamı bağlamında gerçekleştirilmiş en sıra dışı ve en temel deneyimlerinden biri…' H.Broch'un 1935 yılında Amerika'ya iltica edişinden 3 yıl sonra yazmaya başladığı ve 1945 yılında yayınlanan kitabın bölümleri dört temel unsur ile adlandırılmış oluşuyla bile hayli düşündürücü. 'Su /Varış' , ' Ateş / Çöküş', ' Toprak / Bekleyiş' ve 'Hava / Eve Dönüş' başlıkları altında bölümlenen kitap Augustus dönemi Romasında, İmparatorluk filosunun devrin Sezar'ı Augustus'un doğum günü şenliklerini başlatmak amacıyla Brundisum limanına yanaşmasıyla başlıyor.
Filonun en büyük gemilerinden birinde, hasta yatağında yatan büyük şair Vergilius, daha gemi limana yanaşmak üzereyken geminin üst kısımlarında, boşalan 'trikliniumlarda' yer kapmak için koşturan ve oburca tıkınan 'yukarıdakiler'le geminin alt kısımlarında duran ve en az yukarıdakiler kadar tıkınmak isteyen açların tam da ayrıştıkları yerde benzeştikleri bir 'kitlesel basitliği- kitle hayvanı'nın daha gemideyken içine düşmüş olduğu hali seyretmekten bunalmış halde bakışlarını gök kubbenin sedef rengi yuvarlaklığına dikiyor ve 'Neden' diye bir soru soruyor.
Vergilius'un bu amasız sorusunu, roman boyunca akan zamanın bütün ihtişamı içerisinde yaşanan antik Roma gerçekliğinden yola çıkarak, kendi yaşamış olduğu zamana; kitlenin, kitle kültürünün, kazanmanın, şan ve şöhretin ve bunlarla birlikte gelen arsızca ve sonsuzca yaşama tutkusunun egemen olduğu bir çağa ulaştırarak sorgulayan Broch'un en büyük başarısını bu soruyu sorabilen yazma gücünde aramak gerekiyor belki de.
Daha gemiden indiğinde ve kendisine tahsis edilen tahtırevan üzerinde acılar ve sorular içinde yol almaya başladığı andan itibaren sanrılar içindedir Vergilius. Yanı başında sanki bu kendini kaybetmiş topluluğa bir övünç kaynağı olsun diye yazdığını düşündüğü büyük eseri 'Aeneis'i taşıyan esmer ve işveli oğlana bakarken bütün hayatı şiirlerinde olduğu gibi uçup giden, kaybolan ve 'niçin' diye sorulan bir sona doğru yürümektedir onunla birlikte.
'Neden böyle olmuştu? Kimin için çalışmıştı Vergilius? Hangi insanlar için, hangi gelecek için? Artık her şeyin sonu gelip çatmamış mıydı? Yaratılmış olanın bunca unutulmaya layık oluşu, şimdi sonsuzluğu yutmak üzere ağzını açmak isteyen zaman uçurumunun bir kanıtı değil miydi?...'