Genç yönetmen Emre Konuk, ilk uzun metraj filmi ‘Çırak’ ile bu yılki İstanbul Film Festivali’nden ödülle döndü. Filmin yazım sürecinde kendisine kaynaklık eden hatıralarına değinen Konuk, “Küçüklüğümden beri yaşadığım hikayeleri cebimde sakladım” diyor.
Emre Konuk, 28 yaşında başarılı bir yönetmen. Bir süre çeşitli filmlerin görüntü yönetmenliğini yaptıktan sonra kendi filmini çekmeye karar verdi ve birkaç kısa filmin ardından ilk uzun metrajlı filmi Çırak'ı çekti. Sinema çevrelerinden takdir toplayan genç yönetmen, ilk filmiyle önce 52. Uluslararası Antalya Film Festivali'nde En İyi İlk Film, ardından da TYB'nin Yılın Sinema Filmi ödülünü aldı. Son olarak 35. İstanbul Film Festivali'nden Seyfi Teoman anısına verilen En İyi İlk Film Ödülü ile dönen Emre Konuk'la ödüllü filmi Çırak ve sinema yolculuğunu konuştuk.
Biliyorsun TRT öteden beri filmlere yapım desteği veriyor. Senaryo aşamasındayken şansımızı deneyip senaryomuzu gönderdik, beğendiler. Neredeyse Kültür Bakanlığı'nın verdiği bütçeye yakın bir destek de TRT'den geldi. Dolayısıyla hayalimdeki filmi çekmemde büyük TRT'nin büyük katkısı var.
Evet, dört tane kısa filmim var. Üniversiteden bu yana görüntü yönetmenliği yaptım. Kendimi geliştirmek adına bu süreçte kısa filmler de çektim. Festivalde gösterilen Siyah Karga filminin görüntü yönetmenliğini de ben yapmıştım. Bir buçuk sene oldu onu çekeli. Son görüntü yönetmenliğim oldu.
Ortaya çıkışı biraz ilginç oldu. Panikatak ve takıntılı olma hali, hemen herkeste görebileceğimiz durumlar. Kendi hayatımdan, ailemden, arkadaşlarımdan gözlemlediğim oldu. İnsanlardan, onların sözlerinden, söylediklerinden çok etkileniyoruz. Söz gelimi senin söylediğin ufacık bir şey hayatımda çok büyük değişiklik yapabiliyor. Bu tespiti cebimde tutuyordum. Kısa film olabilir, belgesel olabilir diyordum. Zaman geçtikçe de bir film çekme duygusu oluştu ve cebimdeki hikâye de büyümeye başladı. Aslında hikâyeden ziyade bir durum bu. Çok etkilendiğim bir karikatürün terzihane atmosferi hoşuma gitmişti. Filme taşımak istediğim bu durumu terziye yordum ve terzi çırağının hikâyesi çıktı ortaya.
Hayal ettiğim dünyaya en yakın ortam terzihaneydi. Kumaşlar, iğneler, iplikler, makinalar, terzihanedeki diyaloglar vs. Terzilik bitmeye yüz tutan bir zanaat. Filmde geçen türden terzihaneler yok denecek kadar az. Gidip özel takım elbise diktiren insanlar neredeyse kalmadı. Dolayısıyla hikâyemi terzihanede anlatmak istiyordum ama kahramanım bir terzi olmamalıydı. Ekonomik olarak dezavantajlı bir kesimden gelmeliydi ki dramını çıkarabileyim. Bu sebeple terzinin çırağında karar kıldım.
Çok yakın iki arkadaşım ciddi panik atak hastasıdır. Onların söylediğine göre panik atak hali geldiği zaman ayağını yere bastığında zemin altından kayıyormuş. Bizzat hastaneye götürdüğüm Murat diye bir arkadaşım var panik atak halindeyken gözlemlediğim şey nefes darlığıydı mesela. Bundan on sene evvel annem çocuğunu düşürmüştü fakat haberi yoktu. Bir ay karnında ölü çocuğu taşıdı. Sonra bu ortaya çıkınca annem panik atak oldu. Panik atağı ilk orada tanıdık. Küçüklüğümden beri yaşadığım her şeyi cebimde sakladım. Film yazmaya başlarken de sakladığım olay ve duyguları hatırlamaya, onları değerlendirmeye başladım. Belki o hastalık annem için geldi geçti ama on sene sonra benim ilk sinema filmimde faydalandığım bir kaynak oldu.
Evet, ben de bu filmin senaryosunu yazarken takıntılı biri olduğumu keşfettim. Örneğin kalbimin ağrıdığını söylediğim bir arkadaşım sol tarafıma uyuduğum için ağrı çektiğimi söylemişti. Yıllardır soluma yatmamaya çalıştığımı fark ettim. Bunun gibi başka takıntılar... Çırak'ın bıçak sırtı bir hikâyesi var. Filmi izlediği zaman belki 86 dakika boyunca yaşanan her şeyi hayatında birebir yaşayan insanlar olacak. Gerçek hayattan beslendiğimiz için kendimiz veya ailemizle ilgili bir şeyler de keşfediyoruz. Geçmişimizde ki hikâyelerimiz ortaya çıkıyor. Film yazma süreci aslında yeni bir hayata yolculuk meselesi. Bir film yazmaya karar verdiğiniz zaman başka bir hayata doğru yolculuğa çıkıyorsun ve o hayata dair başka şeyler keşfediyorsun.
Küçük bir karikatürü okuyup, gözlemlerle şekillenen bir hikâyenin çekilip buralara gelmesi çok şaşırtıcı benim için. Çünkü üniversite hayatımız boyunca imkânsızlıklarla boğuştuk. Etraftan kamera, ışık dilenmekten, setteki oyuncularımızın, arkadaşlarımızın karnını doyurma kaygısından filmlerimizi doğru düzgün çekemiyorduk bile. O imkânsızlık ve kısa filmlerden kalma her şeyi kontrol etme dürtüsü, her şeye müdahil olma isteğini burada terk etmek zorunda kaldım. Çırak'ta keşfettiğim şuydu; bir yönetmen olarak kısa film çektiğin gibi davranamazsın. Orada yönetmen de sensin, görüntü yönetmeni de sensin, ışıkçı da sensin, kurgucu da sensin. Fakat burada öyle değil. Burada yalnızca yönetmensin. Sinema büyük bir ekip işi.
Son zamanlarda ülkemizde yaşanan patlamalar, etrafımızda ölen insanlar ve her gün gelen kötü haberlerle toplum ciddi anlamda gerildi. İstiklal'deki patlamanın ardından insanlar evlerinden çıkmaya korktu bir süre. Toplu taşıma araçları boştu. Anlıyorum ki aslında Çırak'ın anlattığı mesele doğru bir mesele. Yani bizler etrafımızda yaşanan olaylara kayıtsız kalamıyoruz, etkileniyoruz. Hayatımızı ona göre şekillendiriyoruz. Ben hikâyeyi küçük bir çırağın gözünden anlattım ama aynı psikolojiyi koca bir toplum yaşıyor.
Pınar filmin sanat yönetmenliğini üstlendi. Filmin mekan bulma süreci ve plato kararını verdikten sonraki aşama çok zorlu geçti. Yaklaşık kırk günlük bir zaman zarfında bir mahalle oluşturma aşaması oldu. Eşim sanat yönetmeni olarak bu süreci çok iyi idare etti.
Filmin kurgusunu da kendim yaptım. Finalde çıkacak film acaba nasıl olacak diye bir endişem yoktu. Filmi çekerken bir iki sahne hariç yüzde yüz emindim istediğim filmin -iyi bir film demeyeyim o göreceli bir kavram- çıkabileceğinden. Hatta kurgu masasına oturduğum zaman hiçbir soru işareti yoktu kafamda, her şey tıkır tıkır ilerledi.
Filmi çekiyorsun, kurguluyor, bitiriyor, perdeye yansıtıyorsun, sonra da oturup herkes izliyor. Bunu görünce, hayal ettiğin reaksiyonu da izleyiciden alınca filmin anlaşılır olduğuna, insanlara geçtiğine dair bir özgüven kazanıyorsun. Antalya benim için büyük bir travmaydı. Önce test yayınına gittik. İnsanlar ne diyecek jüri beğenecek mi vesaire. Anlatmak istediğin mesele insanlara geçecek mi? Açıkçası Antalya'da ödül alınca özgüven oluştu bende. İstanbul o yüzden daha rahat geçti benim için. Fakat İstanbul daha büyük bir reaksiyon verdi filme. Bu da özgüvenimi arttırdı. Film şimdi Ankara'da yarışıyor. Bu aşama benim için daha rahat geçecek. Dolayısıyla ödülün hem anlaşılabilirlik ile hem de mükâfatlandırılmakla ilgili pozitif etkileri var.
Bu sektörde yaklaşık 9-10 senedir çalışıyorum ve görüntü yönetmenliğinin getirdiği bazı artılar var. Her türlü prodüksiyonda ve bütçede, her türlü yönetmenle çalıştım diyebilirim. Şunu fark ettim ki ben, küçük insanlardan büyük hikâyeler çıkarmayı seviyorum. Bundan sonraki filmim de öyle olacak. Filmin ismi Uşak. Çırak nasıl günümüzdeki terzi çırağının hikâyesiyse Uşak da 1950'lerde geçen bir dönem hikâyesi. O döneme ait bir köşkün içinden büyük bir hikâye anlatmayı düşünüyorum.