Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, geçen sene ziyaret ettiği Mescid-i Aksa'da cuma hutbesi vererek bir ilki gerçekleştirmişti. Görmez, eski Kudüs Müftüsü İkrime Sabri'nin teklifi nasıl yaptığını ilk kez Yeni Şafak'a anlattı.
Terör olayları ile birlikte Doğu ve Güneydoğu'da bölgeye özel çalışmalar yürüten Diyanet İşleri Başkanlığı, Suriye iç savaşının açtığı yaraları sarmak için de uğraşıyor. Diyanet'in bu yoğun temposunu konuştuğumuz Başkan Mehmet Görmez, Mescid-i Aksa'da kıldırdığı Cuma namazının öyküsünü ilk defa Yeni Şafak'a anlattı: İkrime Sabri Hoca, hutbeyi okumak için minbere doğru giderken döndü ve yanıma geldi. “Minbere buyurun” dedi, “Size zorluk olmasın” diye sordum. Cevabı, “Bana çok kızacaklarını biliyorum. Sünneti kılarken düşündüm. Siz buradayken çıkamam ben hutbeye. Bu Selahaddin'in minberidir, Sultan Selim'in minberidir. Lütfen siz çıkın” oldu. Şaşırdım ve “Buna hayır diyemem” dedim.
İran'da yaptığı “mezhepçilik yapmayın" çağrısının “mezhepsizliği savunuyor" şeklinde eleştirilmesini de yanıtlayan Prof. Dr. Görmez, son dönemlerde aleyhinde başlatılan karalama kampanyasının arkasındaki nedenleri de açıkladı.
Mehmet Görmez'in sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
PKK'yı sadece bir terör meselesi olarak görmeyenlerdenim. Bunun, tarih boyunca İslam'a olan sadakatinde şek ve şüphe olmayan Kürt halkını İslam medeniyetinden koparma projesi olduğunu öteden beri okudum, gördüm.
“Çukur siyaseti" diye adlandırılan şehir işgallerinden sonra, Diyanet olarak bölge ile ilgili bütün stratejilerimizi gözden geçirdik. İslam'ı öğreten medreselerde bu ideolojinin hadis ve tefsir ile çocuklara öğretilmeye başlanması çok tehlikeliydi. Mardin'de, Van'da ve Urfa'da görev yapan arkadaşlarla bir araya geldik. Medrese hocalarıyla çeşitli toplantılar yaptık. Durum tespiti yaptıktan sonra bir eylem planı ortaya çıktı.
Bir güvenlik tedbiri değil, 12 Eylül tarihlerinde olduğu gibi bir irşad faaliyeti de değil. Bu bir 'selam faaliyeti'ydi. Barış manasındaydı. Onun için ilk Cuma namazını Cizre'de kıldık. Hiçbir zaman unutamam, Ulu Cami'ye giderken her tarafta “biji azadi" yani “yaşasın özgürlük" yazılıydı. Hutbede dedim ki; her tarafa yazılmış sahte 'azadi' sloganlarına kanmayın. Kürtçe 'Özgürlük ancak İslam ile vardır. Özgürlük ancak iman ile vardır. İman yoksa özgürlük de olmaz' dedim.
Öfkeyle bakanlara bizzat dokunmaya çalıştım. Cizre'de sokakta “biz kardeşiz" dediğimde, “kardeş değiliz" diyenler oldu. Toprağı göstererek “bak biz bu topraktan yaratıldık" dedim. Birkaç cümle sonra elindeki sigarayı atarak elimi öpmeye kalkıştı. Önyargılarda bir kırılma oldu doğrusu. Cizre, Silvan, Nusaybin, Sur… Buralar İslam tarihinin en önemli merkezleridir. Cuma namazı kıldırdığım bu camilerde Peygamber (a.s)'dan 7 sene sonra Cuma namazı kılınmıştır.
Özellikle ifade edeyim, bugünkü mezhep ihtilafı yahut mezhep savaşları tarihteki mezhep savaşlarına benzemiyor. Tarihte görülmüş Sünni-Şii ihtilafı yok. Bugün Şii-Selefi ihtilafı var. Açıkça adını koyalım. Siyasi bir ihtilaf kendisini mezhep rengine bürüyerek yoluna devam etmek istiyor. Arkasında güç savaşları var. İran'ın daveti çok önceden, hac mevsiminde Hamaney tarafından gelmişti. İlimde, fikirde ve düşüncede diplomasi olmaz. Orada açık konuşmamız lazımdı. Ve kendileri ile çok açık konuştum. İçimde ne varsa paylaştım.
Bu benim için sürprizdi. Bedrettin Hassun yani zalimin yanında duran müftünün de konuşma yapacağını öğrendiğimde yoldaydım. “Geri dönüyoruz. O salona girmem. Onunla aynı kareye giremem" dedim. Bunun üzerine bir kriz çıktı. Konuşmam bitinceye kadar onu başka bir salonda beklettiler.
“Mezhepçilik yapmayın" uyarısının, “mezhepsizlik yapın" diye anlaşılmasını gerçekten yadırgadım. “Mezhebi mensubiyeti, Dini Mübin-i İslamiye'nin önüne geçirmeyin. Biz İslam kardeşiyiz" dedik. Belki cümleler eksik kalmış olabilir. Ama “mezhepçilik yapmayın" sözünden “mezhepleri bırakın" anlamı çıkmaz. Ehli Sünnet İslam medeniyetinin tarih boyunca ana yolu olmuştur. İslam, ilahi nizamdır. Dolayısıyla bu sözler, 'mezheplere mensubiyet İslam'ın önüne geçmesin' mesajı için söylenmiştir. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı'mız sürekli “Ben ne Şii dinindenim, ne Sünni dinindenim" derken aslında ifade ettiği budur.
Hayır, ben Gazze'ye gittim. Gazze'nin harabeye çevrilmesinden sonra Gazze'deki bütün camileri yeniden yapacağız diye milletimden yardım topladım. Bunları teslim etmeye gittik. Elimdeki kayıtlara göre on bini aşkın vatandaşımız da Miraç gecesi Mescid-i Aksa'da olacaktı. Hutbe değil de, mihraptan onlara bir selam verip, “Türkiye'deki kardeşlerinizin selamını getirdik" demek istiyordum. Ona dahi çekinceleri vardı.
Mescid-i Aksa'da Ürdün'e bağlı bir yönetim var. Bu ülkenin de İsrail devleti ile bir anlaşması var. Ama buna rağmen gitmeden bir gün önce masaya geçtim. Dedim ki; “Camiye girdim, İkrime Sabri bana dedi ki 'Çık bugün Cuma hutbesini sen oku', ne yaparsın? En iyisi Allah ne verdiyse ben bir şeyler yazayım." Yazdım. Sonra o metni yırttım. Baktım ki, Kudüs İsrail'in işgali altındaymış gibi konuşuyorum. Ondan vazgeçtim. “Bu imkânı Allah lütfedecekse, Kudüs ebediyen Müslümanların mabediymiş gibi bir dil kullanmam lazım" dedim ve okuduğum metni kaleme aldım.
Hayır. Cuma'dan iki saat önce Kudüs Müftülüğü heyeti ile görüşmemiz vardı. Ürdün Vakıflar Bakanlığının ilgili müdürü de oradaydı. İkrime Sabri Hoca, “Bugün hutbe sırası bende. Hutbede size hassaten teşekkür edeceğim, bugün itibari ile on bin Türk var. Bu bizim için çok büyük bayram. Unutulmuştuk" dedi. Bu sözlerinden hutbeye çıkamayacağımı anladım. Halkın arasından geçerek mihraba yöneldik. Sünnetimizi kıldık. O mihrapta kıldı sünnetini. Kalktı minbere doğru giderken yanıma geldi, “minbere buyurun" dedi. “Size zorluk olmasın" dedim. “Bana çok kızacaklarını biliyorum. Vallahi sünneti kılarken düşündüm siz buradayken çıkamam ben hutbeye. Bu Selahaddin'in minberidir. Bu Sultan Selim'in minberidir. Lütfen siz çıkın" dedi. Şaşırdım ve “Buna hayır diyemem" dedim ben de.
Kalabalığın içinde ama kulağıma söyledi. Minbere çıktığımda herkes şaşırdı. Cübbe farklı bir cübbe, sarık farklı bir sarık, yabancı bir görüntü... Arkadaşlar oraya çok ufak bir kamera sokabilmişlerdi. Yeterli bir sistem olmadığı için de insanların ağlayıp, “Allahuekber" diye tekbir getirişlerini görüntüleyemediler.
Hem şahsıma hem aileme karşı incitici haberler yapıldı. Bilhassa 30-40 yıldır, daha çok dini bir muhteva ile yardım alarak öne çıkan bir yapı toplumda derin yaralar oluşturdu. Diyanet İşleri Başkanlığının, bu derin yaraları sararak ve de yanlışları düzelterek yoluna devam etmesi zor oldu. Bir kere bu yapıdan en çok İslam dini zarar gördü. Sadece Türkiye'de değil, Afrika'nın en ücra köşesindeki nice garip gureba da aynı hayal kırıklığını yaşadı. O süreçlerde herkes Türkiye'de olup bitenlerle uğraştı. Ama Diyanet İşleri Başkanı her gün başka ülkelerin Diyanet İşleri Başkanlarının telefonlarına muhatap oldu. Sorularına cevap vermeye çalıştı.
'Ne oluyor' sorusunun cevabı önemliydi. İşin siyasi ve hukuki boyutu elbette bir başka veçhedir ama işin ilmi boyutu, işin fikri boyutu ve ahlaki boyutu başkaydı. Bu yönlerini dünyadaki kurumlarla paylaşmak gerekiyordu. Merak eden etmeyen herkes ile paylaştık gerçekleri.
Türkiye'de herhangi bir bürokrata ya da herhangi bir kuruma tahsis edilen bir makam aracının tartışması yapılıyordu. O haberler Mısır'da, Vatikan'da ve Suudi Arabistan'da da yapıldı. Hiçbir İslam düşmanın dahi İslam'a izafe edemeyeceği bir uydurma fetva üzerinden Diyanet İşleri Başkanlığı yıpratılmaya çalışılıyordu. Ertesi gün İtalya'nın en ünlü gazetesinde bu haber oluyordu. Üzülerek belirteyim, bu noktada bizim medyamız da üstüne düşeni yapmadı.
Çok hızlı dönüşümler oluyor. Çok sayıda öğrenci okutuyoruz. Uluslararası İmam Hatip ve İlahiyat projesi çok iyi gidiyor. Buralarda okuyan çocuklar ülkelerinde müftü olmaya başladılar. Diyanet İşleri Başkanı olmaya başladılar.
O konudaki gecikmeden dolayı üzgünüm. Şimdiye kadar başlaması gerekiyordu. Türkiye, İslam Dünyasının bu ihtiyacını karşılamalı. Suriye'nin bu yükü de bizde. İslam Dünyasının temel ihtiyaçlarının başında birinci sırada geliyor diyebilirim.
- REKLAM İÇİN KAMERALARLA KOLİ BIRAKMAYIN
- Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez günler kalan Ramazan ayı öncesinde tüm yerel idarelere ve özel firmalara çağrıda bulundu: Son yıllarda iftar çadırları kuruluyor. Özellikle işinden çıkmış, iftar vaktinde evine ulaşamayan nice insanların orda sıcak bir çorba içmeleri ne güzel bir adet. Ancak bunu asla bir reklama, bir tanıtıma dönüştürmeyelim. Özellikle yerel idarelerimiz, bu konu dikkatli olmalı. Üzerine firmanın belediyenin reklamını yaparak kameralar eşliğinde fakirin kapısına koli bırakmayın. Başka yol bulun.