Everest Yayınları arasından çıkan “Said ve Shaya”, kanlı Suriye iç savaşına insani açıdan bakıyor. Yazar Neslihan Semiz, ülkelerindeki zulümden kaçan insanların göç yolculuğunu ve yabancı bir ülkedeki hayata tutunma çabalarını kaleme alıyor.
Camiler, istasyonlar, ağaç altları, ucuz oteller, metruk inşaatlar, yangın yerleri, yıkıntılar her taraf savaştan kaçan ve gözlerinde perişanlığın yerleşip kaldığı insanlarla doluydu. Semtin bilge ve dost yazarı üzülerek bakıyordu onlara: “Tesadüf değil, savaştan kaçan bütün toplumlar ilk olarak ibadethanelerine sığınırlar. Ama görüyorsun, bu semtin camileri bile artık yetmiyor bu insanlara. Başka semte uğramaya da korkuyorlar.”
Yanımıza gelen bir vatandaş, “Nereliymiş bunlar?” diye sordu. “Halep” diye cevap verdim. Adam şaşırdı, “hey Allah’ım Halep nere İzmir nere?” dedi ve çekti gitti.
ACININ COĞRAFYASI GENİŞLEYECEK
Neslihan Semiz’in Everest Yayınları’ndan çıkan “Said ve Shaya” adlı romanını okuyunca ülkemizin en batısında Suriyeli göçü ile ilgili yaptığım bir söyleşi geldi aklıma. İzmir’in hafızası diyebileceğimiz Basmane Semti’nde manzaraya bakarak konuşan yazar Orhan Beşikçi, sanki bir cenazeye bakıyordu. Said ve Shaya romanı, Suriye savaşından kaçan bir ailenin dramını iki kardeş üzerinden anlatıyor. Beş kardeşten ikisi kalmıştır geriye. Dilini bilmedikleri, sokaklarını tanımadıkları bir ülkede hayata tutunmaya çalışıyorlar. Şehir her ne kadar Ankara ise bu acının coğrafyası genişleyecek ve Ege kıyılarına ulaşacaktır.
Roman Ankara’da geçiyor. Baş karakterlerden en önemlisi Salih kırtasiye malzemeleri ve oyuncak satan torun sahibi bir esnaftır. Romanda sık sık içsel konuşmalarına yer verilmiş, komşu esnaf Erol ve Salih’in eşi Feride’ye de yer vermektedir. Said ve Shaya romanın ana karakterlerdirler. Çocukların babası Halid aslında bir tarih öğretmenidir. Ankara’da ise sadece gündelik işlerde çalışabiliyor. Halid’in şahsında Suriye’den gelen kim olursa olsun bulunduğu yerin çok çok aşağısına düştüğünü görüyoruz. Savaşın karşısında, bilginin, kariyerin önemi yoktur. Halid, Suriye’de olup bitenlerin kendi savaşları olmadığını söyler. Ailesini kaybetmemek için yollara düşmüştür. Halid, mermer fabrikasında çalışırken üçüncü kattan düşerek vücudunun bir çok yerinde kırıklar oluşmuştur. Uzun süre yatağa bağımlı iyileşmeyi bekler. Babanın bu durumu çocuklar için başka bir karşılaşmanın kapısını aralar. Çocuklar, anneleri Semiha ile dilenmek zorunda kalır. Semiha, savaşta üç çocuğunu kaybettiği için hayattan ümidini kesmiştir. Direnç, çocukları adına bir zorunluluk haline gelmiştir.
Romanda, Suriye savaşının ardından yaşanan göçün izlerini ve sonuçlarını takip edebiliyoruz. Savaş, Suriye topraklarında kalmıyor. Hayata dair biriktirdikleri ne varsa bırakan insanların peşini savaş bırakmıyor. Yoksulluk ve çaresizlik bir başka kader olarak önlerinde duruyor.
VEDASIZ BİR GİDİŞ
Roman, Suriyelilere kucak açan, onların dertleriyle ilgilenen insanlara da yer verir. Esnaf Salih bunlardan biridir. Esnaf Salih’in içsel konuşmaları romanda sık sık yer alır. Savaşın travmatik sonuçlarını, yaşananların bir coğrafya ile sınırlı kalmayacağı mesajını verir. Salih’in dışında da manzaraya üzülenler ve sorgulayanlar vardır. Şu sözler, 21. asır insanının dünyasını tarif etmektedir:
“Bu çocuklar bu yaşlarını bir daha yaşayabilecek mi? Bunca zorluğun içinde çocuklukları ellerinden alınmış bir haldeler... Dağ başı sanki dünya. Mağara çağı sanki. Üşümemek ve doymak için hayata tutunmak.”
Kitabın öne çıkan yanlarından birisi çocuk dünyasını anlatmadaki başarısı. Ne yaşamış olursa olsunlar, Said ve Shaya çocuktur. Onları çocuk dünyası bir yerde kendini gösterir. Onlara ilgi gösteren esnaf Salih’ten ayrılamazlar. Çocuk dünyasının ihtiyaç duyduğu güven duygusu vurgulanır.
Suriyeli ailelerin gelişleri ne kadar farklı ise gidişleri de o kadar farklıdır. Romanın bir bölümü bu gidiş üzerine yapılan konuşmalarla örülür. Vedasız bir gidiş üzerine yapılan bu konuşma, Suriyeliler şahsında savaş mağdurlarının ruh halini aktarmaktadır:
“Bence gitseler onlar da vedalaşmaz, zavallılar kendilerini bir yere ait hissetmiyorlar ki, gitmek onların doğal devinimleri oldu artık. Burası kaçıncı şehir, kim bilir. Bizim sokakta da Suriyeli bir aile vardı. Bir sabah kalktık, gitmişler. Sağdan soldan öğrendik Cezayir’e gittiklerini. Önce gücendim, insan bir vedalaşır diye. Sonra dedim ki veda… veda… nereye kadar. Her vedanın bir acısı, bir yükü, bir de anısı var. Öylece bırakıp gitmek hayatlarının bir parçası onların. Siz de boşa beklemeyin…”
İNSANLIĞIN YÜZ KARASI
Bırakıp geldikleri hayat ne kadar zorluysa geldikleri hayat da öyledir. Açlık, yoksulluk ve insan kaçakçıları…Savaş kaderimizmiş diyor, Halid. Bir yıkım ve ölümle başlayan ve ölümün hep zamansız ve vahşice geldiği bir hikaye var karşımızda. İnsanlığın yüz karası savaş ile başlayan ölüm, Said ve Shaya, daha iyi bir hayat için yine yollara düşmüştür. Haberler artık istatistik haline gelen ölüm haberlerini vermektedir. Televizyonlar, Suriyeli mültecileri taşıyan bir botun Ege Denizinde bir gece yarısı alabora olduğunu, beşi çocuk on beş kişinin boğularak öldüğünü ve cansız bedenlerin sahile vurduğunu haber veriyordu. Salih çok sonra öğrendi, ölen o beş çocuktan birinin Said olduğunu…
Bizim sokaklarımızda olduğu kadar dünyanın başka ülkelerinin sokaklarında da onlar var. Yanıp yıkılan Halep’ten kaçan Said ve Shaya’nın hikayesini okurken, İzmirli vatandaşın sözünü mırıldandım ben de, “Halep nere Ankara nere?”