|

Ortadoğu savaşa daha yakın

Amerikalı Demokrat Senatör Joseph Biden'in görüşülmek üzere senatoya sunduğu, ülkenin üç etnik grup temel alınarak bölünmesi yönündeki rapor, bölgenin geleceğine dair tabloyu daha da karartmaktadır

Samir Salha
00:00 - 30/09/2007 الأحد
Güncelleme: 23:13 - 29/09/2007 السبت
Yeni Şafak
Ortadoğu savaşa daha yakın
Ortadoğu savaşa daha yakın

İsrail'in Suriye'ye karşı gerçekleştirmiş olduğu hava saldırısı, İran'a yönelik askeri müdahale seçeneğinin güçlendiğine ilişkin senaryolar, Irak'taki olumsuz gidişatın etkisiyle Amerikan ordusunun içinde bulunduğu çıkmazın derinleşmesi ve son olarak Lübnan'da yaşanan hükümet ve devlet başkanlığı seçimi krizi bağlamında sorunun bölgesel bir bunalım halini alma ihtimalinin artması, bölgemizin savaş fırtınalarının ağır bastığı bir coğrafyaya dönüştüğünü göstermektedir.

Mevcut karamsar tablonun sonuçları yalnızca yukarıda saydığımız ülkelerle sınırlı kalmayıp, hem bölgesel hem de uluslararası platformları etkisi altına alacak, Ortadoğu'da barışa yönelik atılan adımların sonuçsuz kalmasına sebep olacak çok daha derin, çözümü güç ve içinden çıkılmaz gelişmelere yol açabilecektir.

Nitekim, bölgemizle ilgili olarak gündeme getirilen son senaryolar, üst düzeyli açıklamalar, öne çıkan askeri ve siyasi tepkiler ibrenin savaştan yana döndüğünü göstermektedir. Bizi bu olumsuz tabloyu çizmeye iten başlıca etkenler aşağıdaki gibi özetlenebilir:

HERKES PRESTİJ PEŞİNDE

İsrail istihbarat şefi Amos Yadlin'in “Suriye gerçek anlamda bir savaş hazırlığı içinde. Geçen yılki Lübnan savaşından sonra Suriyeliler zayıf düştüğümüz izlenimine kapılıp kendilerini görülmemiş bir silah edinme kampanyasına kaptırmıştı. Suriye operasyonuyla caydırıcılık becerimizi yeniden kazandık” beyanı doğrultusunda önleyici müdahalelerin gerekliliğine yönelik kanaatin güçlenmesi savaş fitilinin yanmaya başladığını gösteren ilk kanıt olarak ortaya çıkmıştır.

Bölgemizde savaşın fitilini yakması beklenen ABD-İsrail ittifakı ve Suriye-İran ekseni her ne kadar barıştan yana olduğunu iddia etmekteyse de sıkıntılarını çözmek için böyle bir alternatife ihtiyaç duymaktadır. Şöyle ki, ABD, Irak batağından çıkmak, bölgedeki partneri İsrail'in Lübnan savaşı sonrasında kaybettiği itibarı ve üstünlüğü geri kazandırmak ve önü tıkanan Büyük Ortadoğu Projesini canlandırmak için böylesi bir seçeneği masada tutmaktadır. İran ve Suriye ise İsrail'de yaşanan kargaşa ortamından yararlanmak, ABD'nin Irak'ta yaşadığı sıkıntıları lehine çevirmek ve ayrıca “ılımlı İslam” söylemini savunan güçlerin lehine kaybedilen etkinliği geri almak isteğiyle böylesi bir ihtimale sıcak bakmaktadır.

İngiliz Sunday Times gazetesince ortaya atılan ve “Suriye'ye yönelik İsrail operasyonun ABD'nin onayıyla gerçekleştiğine” ilişkin haberler ve yine bu doğrultuda Bush'un Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin, ABD'ye misilleme olanağı doğsun diye, İsrail'den İran'daki Natanz nükleer tesislerine yönelik sınırlı bir füze saldırısı yapmasını istemeyi düşündüğünün ortaya çıkması ABD-İsrail cephesinin bir tehditle karşılaştıkları anda hiç çekinmeden askeri seçeneği tercih edebileceğini göstermektedir.

Suriye'nin askeri yönden güçlendiğini, bu çerçevede “İsrail'i bombalayabilecek menzile sahip kimyasal başlıklı 60 ile 120 arasında Skud-C ve 200 adet Skud-B füzeleri satın aldığına” yönelik İngiliz Daily Telegraph gazetesinin açıklamaları; yine aynı şekilde İran'ın askeri gövde gösterilerine girmesi ve savaş uçağı geliştirecek derecede teknolojisini geliştirmesi bu iki ülkenin savaş ihtimaline yönelik hazırlıkları hızlandırdığını gözler önüne sermektedir.

Suriye'nin, gerek yer altı su kaynaklarının zenginliği gerekse stratejik konumundan dolayı büyük önem verdiği Golan tepelerini geri almak amacında olması ve barış yoluyla bu sorunun çözümünün imkansız hale gelmesi iki ülke arasında bu sebepten kaynaklanan bir savaş ihtimalini daha da artırmakta ve bu tepeler barışın önündeki en büyük engel olarak iki ülkeyi kesin bir biçimde birbirinden ayırmaktadır.

Fransa'da başa geçen Sarkozy yönetimi sabık cumhurbaşkanlarının Chirac'ın izlemiş olduğu ılımlı bölge politikasının aksine, “İran'ın nükleer silah çalışmalarının kabul edilemez, sert yaptırımlar uygulanmalı” çağrısında bulunması; daha da ötesi Dışişleri Bakanı Kouchner'in “İran'la nükleer kriz konusunda savaşa hazırlıklı olunması”na dair açıklamaları Lübnan politikasına yönelik ABD'nin vereceği destek karşılığında İngiltere'nin Irak'ta oynadığı rolü İran'da üstlenmeye hazır olduğunu ortaya koymuştur.

Bütün bu etkenlerin yanı sıra, İsrail eski Dışişleri Bakanı ve çağdaş tarih uzmanı Shlomi Binami'nin 1967 Savaşı'nın arkasında Mısır'ın Arap dünyasının liderliğine soyunması, bu ülkelerin birliğini sağlayacak bir güç olarak ortaya çıkması sonrasında bu devletin gücünü ve prestijini kırma amacının yattığı yönündeki açıklaması sonrasında; bugün aynı rolü İran'ın üstlenme çabaları Tahran'ın neden hedef konumuna sokulduğunu gayet net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bütün bu gelişmelere Türkiye'nin tarafsız kalması imkansızdır. Nitekim İran'ın, ABD'ye doğrudan saldırı olanağının mevcut olmaması, Tahran'ın bölgedeki Amerikan üslerine yönelik operasyonlara girişmeyeceği anlamına gelmemektedir. Bu durum özellikle böyle bir üssün bulunduğu ülkemizi yakından ilgilendirmekte olup, hükümetimizin bu konuda ortaya koyacağı tepki ve izleyeceği politika büyük önem taşımaktadır. Nitekim söz konusu gelişmeler, Suriye Dışişleri Bakanı Muallim'in Ankara ziyaretinin yalnızca İsrail'in hava sahasının ihlaline yönelik olmayıp, bölgedeki olası savaş senaryoları karşısında Türkiye'nin tavrını öğrenmeyi amaçladığını göstermektedir.

Bu noktada Türkiye, giderek savaş ortamına sürüklenen bölgedeki taraflarla ilişkilerinde 1938 dönemini tekrar canlandırarak öncelikli olarak ulusal çıkarlarını ortaya koyacak esnek bir politika geliştirmek ve bu politikayı bölgesel dengeleri gözeterek uygulaması daha isabetli olacaktır. Bu bağlamda ülkemiz böyle bir seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kalmamak için bu savaşın yararlarından ziyade zararlarını taraflar nezdinde dile getirme formülünü tercih etmelidir. Nitekim, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ABD ziyareti ve bu esnadaki barışa yönelik temaslarının son derece doğru bir tercih olduğu kanaatindeyiz.

İSLAM DÜNYASI NEDEN SESSİZ

İslam ülkelerindeki sessizlik ve kanıksamışlık bu ülkelerin olası bir savaş senaryosunda yer almak istemediği ve dahası Arap aleminin büyük bir bölümünün böylesi bir savaşta ortak bir tavır izleyemeyeceği fikrini güçlendirmektedir. Bu bakımdan 1973 savaşındaki birlik beraberliğin bir kez daha tekrarlanma ihtimalini uzak bir alternatif olarak değerlendirmekteyiz.

Görüldüğü gibi savaş çanları bölgemizde sert bir biçimde çalmakta, savaş tavşanın, barış ise kaplumbağanın sırtında yol almaktadır. Bu bakımdan bilinmelidir ki Ortadoğu'yu ateşe atacak böylesi bir çıkmaz, hiç kimsenin kurtuluşunu ve istediği kazançları sağlamayacak, aksine tüm taraflar için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Bununla birlikte söz konusu bunalım sadece savaşan tarafları değil, bölgedeki bütün ülkeleri etkileyecek ve zora sokacaktır. İvedi olarak, savaş ibresi barış yönüne doğru çevrilmediği taktirde bölgenin felakete sürüklenmekten kurtulması imkansız hale gelecektir.

Savaş ihtimalinin ağır bastığına yönelik karamsar tabloyu daha da ağırlaştıran son gelişme Amerikalı Demokrat Senatör Joseph Biden'in görüşülmek üzere senatoya sunduğu, ülkenin üç etnik grup temel alınarak bölünmesi yönündeki raporu ile gündeme oturmuştur. Nitekim, Irak'ın geleceğine yönelik bu tasarı yalnızca Cumhuriyetçilerin değil başta Demokrat başkan adayı Hillary Clinton olmak üzere ezici bir çoğunluğun kararıyla kesinleşmiş ve böylece ülkenin üç parçaya bölünmesi planları hayata geçmiştir. Burada acı olan husus, uluslararası hukuka ve demokrasiye aykırı bir biçimde bir ülkenin, bir halkın kaderinin başka bir ülkenin meclisinde sanki sıradan bir olay gibi karara bağlanmasıdır.

* Prof. Dr. Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi

٪d سنوات قبل