TSK'ne ait uçakların önce Suriye sınırımızdaki DAEŞ mevzilerine, ardından da Kuzey Irak'taki PKK kamplarına karşı başlattığı harekatın dünyada genel anlamda olumlu yankılandığını söyleyebiliriz. Türkiye'nin DAEŞ'e karşı bir operasyona girişmesi sanıldığı gibi veya Türkiye içinden birilerinin uydurup beslemeye çalıştığı algının aksine hiç de şaşırtıcı değil.
Aslında Türkiye'nin baştan beri DAEŞ'e karşı tutumu belli. Daha DAEŞ ortaya çıktığı andan itibaren onu ilk terör listesine yazan ülke Türkiye oldu. Bir nebze basiretle olup bitenleri izleyenler için DAEŞ'in gerek Suriye'de gerek Irak'ta hatta toplamda bütün Ortadoğu'da ilk başta Türkiye'yi ve Türkiye'nin temsil ettiği siyasi çizgiyi hedef aldığını çok net bir biçimde görürler.
Buna rağmen Türkiye'ye “DAEŞ'e desteği yakıştıran” başta paralel ve PKK medyası, kendi zihinlerindeki ve kalplerindeki kirliliği, hakikate karşı işledikleri katliamlarla yansıtıyorlardı. Bir nebze inanarak bu kara propagandayı yapıyorlar idiyse, Türkiye'nin DAEŞ'e karşı yaptığı operasyonlarla bir tür ters köşeye yatmış olmaları mukadderdir. Ama şu iyice bilinmeli ki, onların ters köşeye yatmış olmaları en iyi ihtimalle kendi aptallıkları yüzünden olmuştur, zira Türkiye'nin DAEŞ'e karşı baştan beri tavrı alabildiğine net.
HDP', PKK'ya BORCUNU ÖDEMEDEN SİYASET YAPABİLİR Mİ?
Gelelim TSK'ne ait uçakların PKK kamplarına karşı giriştiği operasyonlara. Bu operasyonların dünyada Türkiye'nin teröre karşı en doğal savunma hakkı olarak karşılandığı görülüyor. Çözüm sürecinin akıbetine dair sorular ve endişeler ifade edilse de, PKK'nın siyasi hareketi olarak HDP'ye parlamentoda 80 vekille, yani Türk milliyetçisi MHP ile aynı sandalye sayısıyla temsil imkanı verilmiş olduğu halde, son saldırılarıyla şiddetten de vazgeçmeyeceğine dair vermiş olduğu mesaj çözüm sürecinin bu şekilde zaten kabullenilemeyeceğini ve devam edemeyeceğini yeterince iyi anlatmış.
Operasyonun daha önemli ve daha fazla dikkate alınacak tarafı, kuşkusuz Türkiye halkındaki yansımalarıdır. Çok açık söyleyelim, bölgede operasyonlar önemli bir kısmı HDP'ye oy vermiş kitleler arasında bile büyük bir beklentiye cevap vermiş gibi. Çünkü “bizler meclise” sloganıyla büyük bir beklenti yaratıp meclise girenlerin silahları susturma ve çözümün önünü açma yönünde hiç bir etkilerinin olmadığı kısa sürede görülmüş oldu.
PKK, seçim kampanyasını kendi eliyle ve silahların gölgesinde yürüttüğü HDP'ye hiç bir etki alanı bırakmamış oldu. Silahtan vazgeçmek bir yana, silahlı gücün kendisine sağladığı avantajı hiç bir şekilde bırakmayacağı izlenimini net biçimde vermeye başladı. Siyasi bir partisi olan silahlı bir örgüt olma halinin fiilen kabul göreceğini bekledi. Çünkü silah zoruyla herkese herşeyi kabul ettirebileceğine dair bir şımarıklık ve kibir hastalığına yakalandı. Çözüm sürecinde hükümetin sergilediği sabrı bir zaaf gibi algıladı ve bu zaafı bizzat verdiği sözlerini yiyerek, çözüme ihanet ederek değerlendirmeye yöneldi.
Bölgeyi baştan sona hiç bir boşluk bırakmayacak şekilde örgütlemeye yönelirken, insanların gündelik hayatlarını tam bir totaliter kasvetle belirlemeye ve insanlara büyük maliyetler çıkarmaya başladı. İnsanların mallarına, paralarına, huzurlarına, çocuklarına el koymaya başladı. El koyduğu çoğu 18 yaşın altındaki binlerce çocuğu acemi acemi halleriyle Kobani'ye DAEŞ terörüne karşı savaşmaya yolladı. Bir çok aile çocuklarının akıbetini soramıyor bile olmanın içinde biriktirdiği endişe ve nefretle yaşamaya başladı. Biraz farklı bir sivil varlık gösteren insanlar hemen kamplarda ifadeye çağrılıyor ve para veya sürgün cezalarına maruz bırakılıyor.
PKK, HDP için topladığı oylarla bir siyasi parti olarak HDP'nin önünü açıp kendisi bir kenara çekilmeyi hiç bir zaman düşünmedi. HDP'ye sadece kendi silahlı vesayetini siyasi alanda gerektiğinde temsil edecek daracık bir alan bıraktı.
Doğrusu bu dar alan HDP'nin siyaset yapmaması için bir mazeret değil. PKK'nın bu vesayet baskısına rağmen HDP'liler isterlerse siyaseti tercih edip silahlara karşı cesurca bir tavır alabilirler. Öyle yaptıkları takdirde gerçek anlamda güçlü bir siyasi partiye dönüşebilirler.
PKK vesayetinden kurtularak siyaset yapan bir HDP kuşkusuz çok daha büyük ve olmulu bir fark yaratan bir siyasi parti olabilir. Ama HDP'lilerde bu cesaretin var olduğuna dair bir emare de göremiyoruz maalesef.
Tam bu ortamda gelen operasyonun Güneydoğu'da insanları çok rahatlatmış olduğu bile HDP'liler için tutturdukları yol açısından bir ibret olarak yeter. Polisler öldürülürken seslerini çıkarmadıkları halde, operasyonların başlamasıyla birlikte hemen barıştan bahsetmeye başlamaları bile, başta “barış” sözcüğü olmak üzere, kurdukları dilin ne kadar sahte ve ne kadar çileden çıkarırcasına pişkin olduğunu gösteriyor ve doğrusu siyasete dair hiç bir umut vaat etmiyor.
Suruç'taki bombalama eyleminde HDP'lilerin nasıl bir kusur ve ihmal içinde olduklarını Bülent Arınç'ın sorduğu soruları teyit edecek şekilde CHP'nin hazırladığı rapor da ortaya koydu. Olayda pek dikkat çekilmeyen önemli bir ayrıntı, bomba patlarken kalabalığın atmakta olduğu slogandı: “Arin'den Sibel'e, yürüyoruz zafere” şeklinde atılan sloganda Arin (Mirkan) ve Sibel'in (Bulut) kimler olduğunu fazla kimse merak etmedi. Ama ikisi de Kobani'de intihar bombacısı olarak eylem yaparken hayatlarını kaybetmiş, biri (Arin) JPG'li diğeri de MLKP'li kadınlar.
İntihar bombacılarının yolunda olduklarını ilan ederken intihar eylemine kurban gitmiş olmak bu olayın trajik yanlarında biri olsa gerek. Ama bu durum olayla ilgili bir sürü başka soruyu da tetiklemeli değil mi? Tam bu slogan atılırken bombanın patlaması arasındaki ilişki sadece bir tesadüf müdür? Bu gençlerin gözünde intihar eylem(ciler)ini bu kadar kutsamayı sağlayan kültür nerelerde oluşuyor?