Sonuçta bu da oldu. Rus savaş uçakları DAEŞ mevzilerini bombalama bahanesiyle Suriye muhalefetinin eğitim kamplarını vurmaya başladı. Gelen haberlere veya iddialara göre, Rus uçakları bu bahaneyle elleri değmişken Türkmen ve Arap yerleşim birimlerini de bombaladı. Bu gelişme, kuşkusuz, beş yıla yakın bir süredir devam etmekte olan Suriye krizinde yeni bir safhaya geçildiğine işaret ediyor.
Aslında
Rusya'nın son yıllarda attığı bazı riskli adımlarla sadece Suriye'de değil uluslararası ilişkilerde yeni bir döneme girildiği söylenebilir.
Rusya'nın Gürcistan'ın toprak bütünlüğünü hiçe saymasına ses çıkaramayan NATO ve Batılı ülkeler, Kırım'ın Rusya tarafından ilhak edilmesi karşısında büyük bir şok yaşamışlardı. Halbuki
Ukrayna'nın geleceği Gürcistan'dan belliydi
.
Transatlantik dünyada son dönemde tartışılan konuların başında gelen
Suriye'de radar sistemlerinin, uçaksavar sistemlerinin kontrolünü ele geçirdiği, askerî üsler inşa ettiği,
Suriye'ye yerleşme çabası içerisinde olduğu iddialarının doğrulandığı bugünlerde de Pentagon'dan “bazı üst düzey yetkililerin” kaygılı açıklamalarına şahit oluyoruz
.
Batı ittifakının bir üyesi olarak Suriye konusunda Batılı müttefiklerinin pasif ve ikircikli bir dış politika izlediği, politikaların bu şekilde devam etmesi durumunda Suriye'de Batı ittifakını ve dahası uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye sokabilecek durumların gelişebileceği eleştirilerinde bulunan Türkiye, bir kez daha ve maalesef haklı çıkmak üzere.
Gerçek şu ki, ABD
yönetimi Ortadoğu politikalarında, özellikle de Suriye politikasında büyük bir çıkmaza girmiş durumda
. Görünürde DAİŞ'le savaş adı altında bir etkinliği var. Ama şu saatten sonra birbiriyle rakip, hatta bir biriyle savaş halindeki herkesin görünür hedefinin DAİŞ olarak ilan edilmiş olması, DAİŞ'in tarihte eşi görülmemiş bir savaş alanı haline gelmiş olduğunu gösteriyor. DAİŞ birbiriyle karşılaşmak istemeyen hasımların hep birlikte vurduğu bir hedef, bir düşman olarak artık adı başka türlü konulması gereken bir olguya dönüşmüş durumda. Ama ABD için çok açık, Suriye'de sorumluluktan kaçmanın adı DAİŞ'le savaş oluyor. Çünkü artık herkes biliyor ki, Suriye'deki sorunun kaynağı DAİŞ değil Esad rejimi. DAİŞ bizzat bu rejimin bir sonucudur.
ABD'de Obama yönetiminin Ortadoğu'da bu sorumluluk almaktan kaçınan politikasını eleştiren kimseler
Obama'yı Sovyetler Birliği'nin dağılması sürecini yöneten Gorbachev'la karşılaştırıyorlar.
Halbuki
Obama'nın politik tercihleri Gorbachev'dan ziyade II. Büyük Savaş'ın hemen öncesinde Britanya'nın Başbakanlığını yapan Neville Chamberlain'i hatırlatıyor
. Chamberlain, siyasi tarih okuyan çevrelerde çok da olumlu bir profil olarak hatırlanmaz. Bunun sebebi Chamberlain'in, II. Büyük Savaş öncesi Versailles'ın zincirlerini kırmaya çalışan Almanya'nın revizyonist politikalarını “Yatıştırma Politikası” ile karşılamasıdır. Chamberlain Almanya'nın bir takım “şımarıklıklarının” hoş görülmesi ile Almanya'nın daha dengeli bir çizgiye gelebileceğini düşünürken II. Büyük Savaş patlak vermiş, Chamberlain'in politikası fiyaskoyla neticelenmişti.
Açık söylemek gerekirse Obama'nın Rusya'ya dönük politikaları Chamberlain'in Yatıştırma Politikalarına benziyor ve benzer sonuçlara gebe gibi gözüküyor. ABD'de Obama politikalarını eleştiren kesimler bu politikalara Chamberlain'in Yatıştırma Politikası'na benzer bir isim de takmış bulunuyor zaten:
.
Obama yönetimi başını kuma sokarak Suriye'de bir sorun olmadığını ya da var olduğu söylenen sorunun zannedilen kadar büyük olmadığını iddia etmeye devam ediyor ama Suriye hem Suriyeliler hem de uluslararası toplum açısından Obama'nın “Devekuşu Politikası” sayesinde tam bir ateş çemberine dönüşmüş bulunuyor. Bunun sebebi risk anında başını kuma sokan ABD'nin tam bir deve kuşu mantığıyla gerisini de emniyette hissetmesidir.
Gelinen noktada Soğuk Savaş sonrası dönemde Ortadoğu'daki süreçlere doğrudan müdahil olma şansını ilk kez bu kadar güçlü biçimde ele geçiren
Rusya, Suriye'de bir çeşit manda rejimi inşa etmiş gözüküyor.
Bir dönem Batı karşıtı bir söylem üretme gayretiyle hareket eden Rusya'nın, Batı dünyasının tahakküm biçimlerini empoze etme aracı haline dönüştüğünü iddia ettiği uluslararası sistemi ve onun kurumlarını, eleştirdiği Batı dünyasından daha acımasız biçimde kullanıyor olduğunu tarihin not ettiğini ifade etmeden geçmeyelim. Aslında
Rusya'nın Suriye'yi bir dominyon haline dönüştürme çabası uluslararası ilişkilerdeki tüm makro söylem düzeylerinin bir tahakküm arzusunu gizlediğini net ve güzel bir biçimde gösteriyor.
İran'ın bu süreçteki tavrı ise daha bir ilginç. Kendisi açısından bir onur meselesi haline dönüşen nükleer müzakerelerde rejimini yıkmaya çalışmakla itham ettiği Batılı ülkelerle masaya oturan ve ortak bir nokta bulan İran'ın Müslümanların onur meselesi haline dönüşen Suriye'de uzlaşmaz hatta zalimlerden yana bir tavır koymasını ibretle takip ediyoruz.
Suriye'de bir çözüm ve istikrar isteniyorsa bunun Esed'le olamayacağı artık gün gibi açık. Buna rağmen Esed'de ısrar, bölgenin uzun sürecek istikrarsızlığını da kabullenmeyi gerektiriyor. Doğrusu bu ısrar bölge için istenen sürdürülebilir düzenin tam da bu iç savaş düzeni olduğu izlenimi veriyor. Ne Rusya'nın ne İran'ın ne de bölgedeki bazı aktörlerin bu düzensizlikten bir şikayetleri yok.. Kanın durması, istikrarın gelmesi ve insanların huzur bulması gibi bir arayışları yok. Bunun görünürde kendilerine bir maliyetleri yok sanıyorlar ama orta ve uzun vadede maliyeti herkes için çok ağır bir siyasettir bu.
Diğer yandan, Rusya ve İran'ın dayatmaları karşısında bir kez daha geri adım atan ve Esed'in müzakere masasına getirilmesi talebini düşük sesle de olsa dile getiren ABD yönetiminin bir an önce Chamberlain'in bıraktığı acı tecrübeyi hatırlaması gerekiyor, hem Suriye'nin hem de uluslararası toplumun geleceği için.