Epey zamandır Aylık Sosyalist Kültür Dergisi Birikim'in Gezi hadiselerinden itibaren savrulduğu noktalara dair etraflıca yazmayı düşünüyordum. Gezi ile birlikte başı dumanlı bir ruh haline savrulmuştu bütün Birikim yazarları. Handiyse Gezi ile birlikte daha önce bilinçaltına gömmüş oldukları bütün şiddet destekli devrim arzuları bilinç üstüne çıkıvermişti. O anlayan, çözümleyen, diyaloga pek teşne yazarların hepsi Gezi'ye çıkıvermiş, sosyalist devrimin müjdesini işitmiş şakirtler gibi şen ve coşku içinde, tabi eylemlerin arasından buldukları fırsatlar ölçüsünde yazılar döşendiler. İnanılır gibi değildi benim açımdan o yüzden safça sordum ben de: “solun beklediği Mesih Taksim'de mi inecek?” diye.
Aslına bakarsanız, AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan Birikim'in şimdiye kadar özlemini duyduğu, hayalini kurduğu, ama kendisinin aktörü olamadığı Türkiye ile ilgili fazlasıyla şey yapmıştı. O yüzden belki AK Parti Türkiye'de milliyetçiliğin alanını kapattığı kadar solun alanını da kapatmıştı. Hatta bir bakıma sadece solun alanını değil, bütün muhalefetin alanını da kapatmıştı. Sağcı deseniz tam uymuyordu, neo-liberal deseniz yine uymuyordu. Uyguladığı sağlık politikalarıyla, sosyal yardım politikalarıyla hiç bir liberal veya neo-liberal kalıba da uymuyordu. Neyse, bunlar uzun konular. Birikim'in sol kimliğin icabını yerine getirmesi ve mutlaka muhalif olması gerekiyordu, ama nereden tutturabilecekti muhalefetin gerekçesini?
12 Eylül gibi küçük çaplı bir demokratik devrime “yetmez ama evet” koşuluyla katılmışlardı ama bu “yetmez” ihtiyatının altında yatan rezervde nasıl bir nazar olduğunu da hissettiriyorlardı. Kahrolası, bu devrimi muhafazakarlar mı yapmalıydı?
Buna rağmen Gezi Parkı'nda bir bardağın içinde kopartmayı başardıkları fırtına ile devrime doğru yelkenlerini şişirmeye başladılar. O fırtınayla şişen yelkenler devrimin gemisini istenen miktarda sürükleyemedi, imdada 17 Aralık darbe teşebbüsünün hazırlık rüzgarları yetişti. Üç-beş ağaç bahanesi yolsuzluk bahanesine eklendi. Doksanlı yıllarda Fethullah Gülen ve örgütüne karşı en sıkı eleştiri ve analizi okumuş olduğumuz Ömer Laçiner bile o yapı hakkında bütün derinlikli analizlerini ve Birikim'ini unutup, malum yapının ortaya koyduğu en yüzeysel mücadele programına eklemleniverdi. Onların mutfağında hazırlanan “aydın bildirilerine” bütün ekibiyle birlikte imzalar attı, Erdoğan nefretini körüklemek üzere F tipi diye aşağıladığı mutfaklarında hazırladıkları bütün malzemeleri servis etme yarışına girdi. Ne oldu şimdi? Gülen, örgütüyle birlikte mücadelelerin çoğulluğu kapsamında sol mücadelenin stratejik ortaklarından biri haline mi geldi? Anlamlandırabilene aşkolsun.
Aynı tutum Kürt meselesinde de devam ediyor. Birikim'de doksanlı ve ikibinli yıllarda PKK'nın temsil ettiği sol anlayışa, şiddet ve milliyetçi kültürüne dair okuduğum derinlikli ciddi analizlerin sayısını hatırlamıyorum. Kürtlere bir haksızlık yapıldığı açıktı ve bu haksızlığa karşı solun veya İslamcılığın her zaman bir ilgi duyması kaçınılmazdı. Ama PKK'nın Kürt meselesinde sorun çözücü, çözüm ortaklarıyla bir dayanışma içinde olmak bir yana onları yok etmek üzere hareket eden ve sol bir tutumla hiç bir alakası olmayan bir örgüttü. Arkası karanlık, eylem tarzı vahşi ve şiddet kutsamasına dayanan, hiç bir demokratik veçhesi olmayan bir hareketti.
Son zamanlarda BDP'den HDP'ye giden süreçte Birikim Gülen hakkındaki bakışı gibi PKK hakkındaki görüşünü de yenilemiş görünüyor. Son sayıda HDP'nin 7 Haziran seçim başarısını solun saadetli 1965 seçimlerindeki TİP başarısı ile heyecanlı karşılaştırmalara yer verilmiş. Bu saadet devrinin bir tekrarı, belki tam tamına devrim olmasa bile, neden olmasın?
Bu arada HDP'nin PKK ile ilişkisi kimin umurunda? PKK'nın HDP için alenen yürüttüğü seçim kampanyası bizzat Cemil Bayık tarafından cümle aleme duyurulmuşken, buna nasıl demokratik bir seçim başarısı denilebiliyor? Bir kenarda tutulması lazım gelen bir soru. Birikim'in bu aralar şiddet ve siyaset, zor ve demokrasi arasındaki ilişkiye dair hiç bir hassasiyet izhar etmiyor olması bu konuda 317 sayıya vasıl olmuş onca Birikime yazık etmiş olmuyor mu? Yoksa 1969 seçiminde 1965'teki başarının tekrarlanamaması ve milletvekili sayısının 15'ten 2'ye düşmesi üzerine sosyalist kesimlerin demokrasiye dair yaşadıkları hayal kırıklığı o gün olduğu gibi bugün de şiddet kutsamasını mı beraberinde getirecek? Devrimin demokrasi yoluyla olmadığı yönündeki değerlendirmelerine bugün verilecek cevap PKK'nın şiddeti ve “kurtarılmış bölge” veya kanton tarzı faşizan toplum örgütlemesi mi olacak?
Derginin internet sayfasında Yahya B. Adil HDP'nin Demokratik Özerklik ilanlarını, savaşa karşı siyasetin restorasyonu olarak tanımlıyor ve böyle bir tanımlama neredeyse Birikim'in resmi görüşü haline gelebiliyor. Allah aşkına, PKK'nın silahlarının gölgesi, baskısı ve kasveti altında herkesi zorla itaat ettirmeye, herkesi zorla örgütlendirilmiş toplumun kayıtsız şartsız itaatli üyesi haline getirmeye azmetmiş bir yapının neresinde demokrasi, neresinde özerklik buldunuz? Paramiliter bir örgütün faşizan uygulamalarıyla bir toplum üzerinde ancak faşizan tahakküm arzuları ilan edilebilir. Böyle bir yapı da ancak üst düzey militanlarına hoş görünebilir. Bu örgütün zulmü altında yaşamak zorunda kalanlara sorun bir de, demokratik mi görünüyor, özerk mi, yoksa tam bir haydut güruhu mu?
Adil'in yazısı, benzer bir çok yazıyla birlikte, doğrusu Birikim'in nereye savrulduğuna dair hayal kırıcı bir basitlikte ve maddi yanlışlarla dolu. PKK'nın veya HDP'nin tek taraflı ilan ettiği ve bütün toplumda silahlı örgüt vesayetini hakim kılan “demokratik özerklik” kavramını çocuksu bir coşkuyla ciddiye alıyor ve içeriğine bakmaksızın bunu “savaşa karşı siyasetin restorasyonu” olarak nitelendiriyor. Hale bakınca bu başlık tam bir şaka gibi. Veya siyasetin yolunu şaşırmış gibi bir hali var. Bak ortada duruyor, 80 milletvekilinin parlamentoya girmesine imkan verecek ve istediği herşeyi demokratik ifade özgürlüğü zemininde söylemeye imkan verecek kadar da açık. Bu yolu da bulamıyorsanız, onca birikimin üstüne size siyaset mi öğretelim. Tövbe tövbe.