MEKKE. Bir Kurban Bayramı'na daha yaklaşıyoruz. Yaklaşacak olana, bizi birbirimize daha da yakınlaştıracak olan güne yaklaşıyoruz. Bizi birbirimize yaklaştıran vesileye sarıldığımızda bizi Allah’a da yaklaştırıyor.
Allah bize zaten şah damarımızdan daha yakın. Bunun bilincinde olmadığımızda biz O’na yakın olamıyoruz, O bize yakın olmaya hep devam etse de. O’nun bize yakınlığını unuttuğumuzda O’na yaklaşmak için başka aracılara ihtiyacımız olduğu zehabına kapılıyor, böylece O’nun uluhiyetinden bu aracılara rüşvet ve komisyon kaptırma cehline duçar olabiliyoruz.
Araya giren dünya meşgalelerimiz, gailelerimiz, bir puta dönüşen ilgilerimiz, sevgi ve nefretlerimiz Allah’la aramızdaki mesafeleri artırıyor.
Allah’la aramızdaki mesafeler, aynı özden olan biz insanlar arasında da türlü mesafeler oluşturuyor veya tersi, yani kendi aramızda keyfi olarak kurduğumuz mesafeler, ayrılıklar bizi Allah’tan uzaklaştırıyor.
Kurban o mesafeleri aşmamız için mükemmel bir vesile.
Allah bize yine her halükârda şah damarımızdan daha yakın. İstersek, murat edersek O’nun bize olan yakınlığını hemen şimdi ve bulunduğumuz yerde hissedebiliriz.
Bu imkân, elimizin altında, bir mülk gibi istediğimiz zaman istediğimiz şekilde kullanabileceğimiz ve başkalarından sakınabileceğimiz bir mülk gibi anlaşılıp yaşanmasın yeter ki.
Öyle bir sapkınlık biçimi var mı? Var.
Hatta dünyadaki en belirleyici sapkınlık biçimlerinden biri de bu. Allah’ı, alemlerin rabbini, rabbimizi, kendi şahsımıza, kabilemize, ırkımıza, hatta dindaşlarımıza mülk edinmemiz. O’nun rahmetini başkalarından esirgememiz.
Oysa O’nun rahmeti herkesi kuşattığı gibi O’nun bu rahmetini başkasından esirgemeye de kimsenin hakkı yok. Kimsenin sadece doğduğu bir kabileden, ırktan veya milletten dolayı kendini başka milletlerden üstün görmeye hakkı yok.
Tarihte insanlar arasında belli bir görev, bir misyon, bir kaliteye tabi olmak üzere seçilmiş İsrailoğulları bu seçilmişliği dünyada ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerine farz kılınmış kaliteden ne kadar saparlarsa sapsınlar kendilerinden alınmayacak bir müktesep hak ve özellik gibi gördüler.
Allah’tan başka kimseye ibadet etmemekle emrolunmuş olma keyfiyeti üzerine kurulu bu seçilmişliği insanları kendilerine ibadet ettirmeye yönelen bir üstünlük ve kibre dönüştürdüler
. Oysa seçilmelerinin gayesi insanlığa hizmetti, insanları kendilerine hizmet ettirmek değil. Seçilmelerinin gayesi insanları başka ilahlara tapmaktan menedecek bir misyonu yerine getirmekti, yoksa kendilerini tapılacak bir konuma koymak değildi.
Kur’an-ı Kerim’de Yahudilerin bu sapmaları elbette onların ne kadar kötü oldukları üzerinden onlara karşı Müslümanlarda bir nefret duygusu oluşturmak için anlatılmaz, aksine Müslümanlar da aynı hataya düşmesinler, kendilerini dünyada herkesten her halükârda üstün saymasınlar diye anlatılır.
Nitekim Müslümanlar arasından da Yahudilerin saptıkları biçimde sapma eğilimini taşıyanlar çıkabiliyor.
“Hizmet” diye yola koyulup neticede bütün insanlara, aslında sadece diğer Müslümanlara,
rolü yazan kibirli bir oyun kurucusu olarak gören, kendi yollarını Müslümanların yolundan ayıran müstağni bir seçkinciliğe dönüştürenler oldu. Bu sapmayı sadece FETÖ’ye özgü de görmemek lazım. Bu her dönem kendini tekrarlayabilecek bir cahili zihniyetten türer.
O yüzden sadece eğitim değil, aynı zamanda teyakkuz da şart.
Kurbanın gerçek anlamda yaşanması, İbrahim’in tecrübesi ile hemhal olunarak uygulanması bu sapma biçimine karşı güçlü bir bağışıklık kazandırır.
Kurban yaklaşıyor bize ve biz bu yıl Hac vesilesiyle dünyanın her yanından Müslümanların buluşacağı Arafat’a yaklaşıyoruz.
Arafat’tan önce ilk durak Mekke.
Mekke her yıl bir önceki yıla göre fiziksel olarak daha da değişiyor. Üzerinde ifa edilen ibadetler ve ameller planında hiçbir şeyin değişmediği, her şeyin dört bin yıldır aynı şekilde tekrarlandığı bir sahne olarak kendisi fiziksel olarak bir seneden bir seneye aynı kalmayacak şekilde sürekli bir değişim halinde.
Mekke’ye ilk gelişim 20 sene önce. Bu zaman zarfında gerek hac için gerek umre için kaç defa geldiğimi hatırlamıyorum artık. Ama 20 sene önceki Mekke ile bugünkü Mekke arasında bile neredeyse Kâbe ve etrafındaki birkaç yapının dışında değişmeyen hiçbir şey kalmamış durumda.
Kâbe kurulduğu günden bugüne sürekli değişmiş gerçi, ama son zamanlardaki değişim hızı bir başka; eski Mekke’den hiçbir şeyi geride bırakmıyor.
Sadece binalar yıkılıp devasa büyüklükte yenilerinin kurulmasıyla kalmıyor,
dağlar yıkılıyor, gökyüzü yeni bir şekil alıyor.
Kâbe dört yanı kayalık dağlardan oluşan Mekke’nin ortasına kurulu. Kâbe görüntüsünün değişmeyen yanı o dağlar. Şimdi onlardan eser yok.
Belki tuhaf gelecek ama yıldızlardan da eser yok.
Kur’an’ı Kerim’de bir surenin adı olacak kadar Arap kültüründe ve bilincinde yoğun bir tecrübenin yansıması olarak çok önemli bir yeri olan o yıldızlar geceleri göstermiyor artık kendini.
Yok, hemen öyle nostaljiye vuracak değilim
. Allah-u alem, bunda da bir hikmet var, bu değişimin üzerinde de ayrıca durmak lazım. Kendi zamanımızdayız, eski zamanlarda değil. Bütün bu değişim bizi geçmişten epeyce koparmış, uzaklaştırmış olsa bile, aramızda hiç kopmayan hac ve kurban bağı her yıl bizi tekrar çekiyor ve uzaklığımızı, kopukluğumuzu gideriyor.
Yeniden yaklaşıyoruz lütfu ilahiyle aslımıza, yeniden kuruyoruz varlık zincirindeki bağımızı, her yıl bu vakitler olduğu gibi. Aradaki bütün değişimde değişip gitmiş olanın zaten fani olduğunu hissederek, kendi faniliğimizin bilincine de ayrı bir heyecanla açılarak…