Şehir yönetimi sadece bilimsel ve teknik yöntemlerin en iyi şekilde kullanılarak, mükemmel geometrik şekillere ulaşılan bir uygulamalar dizisinden ibaret olmadığı gibi buna ilaveten şehir ahalisinin su, aş, ulaşım ve temizlik ihtiyaçlarının mükemmel bir mekanik organizasyonla görüldüğü bir performanstan ibaret de değil.Şehrin içerdiği farklılıkların iyi ve adil yönetimidir esas olan.Bu açıdan bakıldığında bugünün şehirlerinin ahvali elbette farklı klasmanlara ve değerlendirmelere konu olabilir.
Şehir yönetimi sadece bilimsel ve teknik yöntemlerin en iyi şekilde kullanılarak, mükemmel geometrik şekillere ulaşılan bir uygulamalar dizisinden ibaret olmadığı gibi buna ilaveten şehir ahalisinin su, aş, ulaşım ve temizlik ihtiyaçlarının mükemmel bir mekanik organizasyonla görüldüğü bir performanstan ibaret de değil.
Şehrin içerdiği farklılıkların iyi ve adil yönetimidir esas olan.
Bu açıdan bakıldığında bugünün şehirlerinin ahvali elbette farklı klasmanlara ve değerlendirmelere konu olabilir. Herşeyden önce, şehirliliğin içerdiği borcu hatırladığımızda konunu sadece “yönetim”le sınırlı olmadığını da görmüş oluruz.
Şehir tabiatı itibariyle karmaşık bir ilişkiler ağı, büyük şehir ise karmakarışık bir ilişkiler ağının oluşturduğu bir sosyal yapıdır.
Bu ağ içinde yönetenler kadar yönetilenlerin de kalitesi çok önemli.
Çok yakındığımız dikey yapılanmalar, içinde insan bulunmayan ama lüks mekanlar, komşuluk ilişkilerinin azalması, steril güvenlik sitelerinin oluşumu gibi sorunlar sadece yönetenlerin ürettiği sorunlar değil insanlık durumumuzun trajik bir gelişimiyle ilgili bir sorun.
Ünlü Alman filozofu
’in teknolojinin tabiatına atfettiği bir telos, insanın da içinde sadece üzerine düşeni yaparak tamamladığı bir süreç, bütün dünyayı yavaş yavaş bir kıyamete doğru sürüklüyor. Çok karamsar bir bakışaçısıyla resmettiği bu çağdaş varoluş içinde
işin içinden
“bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir”
diyerek çıkmıştı.
Aslında çıkamamıştı. Dünyayı böyle resmettiğinde insana hiçbir sorumluluk da bırakmayan bir kaderciliğe veya hatta etik ibahiyeye kadar işi götürmek de mümkündü.
Şehirle ilgili şikayet edilen bütün olumsuzluklar büyük ölçüde insanların şehre, diğer insanlara veya başkalarına olan borçlarını unutmalarının, ihmal etmelerinin veya inkar etmelerinin bir sonucu.
, her biri farklı bir
olarak şehri bizim için başka insanlarla bir beden olma nimeti kılmak yerine farkında bile olmadığımız bir kıyamete doğru sürüklenmemizin mecrası kılar.
Şehir hayatının kendiliğinden yüklediği işbölümü içinde kimse borçtan muaf değildir demiştik. O yüzden, mesela, sivil toplum örgütlerimiz, kanaat önderlerimiz, cemaat teşekküllerimiz, meslek gruplarımız şehirlerimizde yaşanan olumsuzlukları sadece bir kesime, bir yöneticiye yükleyerek işin içinden sıyrılamazlar.
Onlar da şehrin tabiatında mündemiç olan taksimi amelle nasıl bir sorumluluk yüklenmek durumunda olduklarını yeterince düşünüyorlar mı? Düşünmüyorlarsa borçlarını da bilmiyorlar demektir. Borçlarını bilmeyen, tanımayan, inkar eden bir toplumda, hiçbir şeyin hesabı da doğru dürüst tutulamaz.
Kamu arazisine bir cami kondurmak suretiyle kendi cemaatinin çıkarına yapmak istediği imar değişiklikleri için emrivaki yapma telaşına düşen nice kanaat önderi gördük. Kendine göre hayırlı işler yaptığını düşünen, kendi kendine not veren, kendi kendini değerlendiren bir yaklaşımla başka insanlara, kamuya, hiçbir borcu olmadığını düşünme noktasına ulaşanlar da şehri oluşturan toplumsal bünyenin bir organıdır.
Toplum bir vücut gibidir. Bir organı ağrıdığında vücudun geri kalan kısmı bütün bu acıyı hisseder. Peki ya, vücudun bir organı diğer organlara zarar verecek, acıtacak şekilde hareket ettiğinde vücut bütünlüğü nasıl hissedilir veya o vücut neler hisseder?
Medeniliğimiz şehirliliğin bize yüklediği borcu tanımakla ve bu borcu ödemeye azmetmekle başlıyordu. Bu borcu bilmeyen ve tanımayanların şehir yönetimini üstlenmelerinin caiz olmadığı gibi, bu borcu hissetmeyenlerden oluşan bir toplumu yönetmenin de apayrı bir imtihan olduğu da ayrı bir gerçektir.
Neticede bizi yönetmek üzere seçtiğimiz insanlardan neler beklediğimize bir bakalım.
Kendisine bir ayrıcalık talep etmeden bu bünyede yaşamaya devam eden kaç kişi vardır? Kendisini başka insanlardan ister birey bazında isterse topluluk veya cemaat bazında ayrıcalıklı görmeyen, hissetmeyen kaç nispetinde insan vardır şehirlerimizde?
Lafa gelince kuralların herkes için uygulanmasını istediği halde, konu kendisine gelince bir ayrıcalık kullanmak için bir nedene sahip olduğunu düşünenlerle dolu değil mi şehirlerimiz? Herkes veya her cemaat, her dernek, her topluluk, her aşiret veya kabile bu toplumda kendisini, bırakınız borçlu olmayı,
Şehir herkesin diğerine borçlu olduğu bir yer. Şehir kalitesi bu borçluluğun bir bilinç haline geldiği yerde başlar.
O yüzden şehirde hiç tanımasanız da başkalarına sergilenen nezaket ve protokollere riayet, bu borcun ilk ve en basit taksitidir.
İnsanların borçluluklarını hissetmeleri şükran duygusunu da artırır. Başka insanların varlıklarıyla birlikte mümkün olan bu şehir hayatı insanın şükrünü artırır
. Yaradana şükür, yaradılana teşekkürle başlar.
Borçlu olduğu kula teşekkür etmesini bilmeyen yaradana da şükrünü ifade edemez.
Zaten şehirdeki borçluluğunu bile görmeyen kişi, yaradana borçlu olduğunu da zor görür. O yüzden şükretmeyen ve teşekkür etmeyen insanlarla doluyor şehirlerimiz.
Tabi daha kötüsü, borçlu olduğunu görmeyenlerin kendilerini sürekli alacaklı görmesi. Herkesten alacaklı, dolayısıyla bu alacağı tahsil için alabildiğine saldırgan, öfkeli ve saygısız. Bu duygulara sahip insanların dolu olduğu şehirleri kim idare ederse etsin, ortaya daha iyi bir sonuç çıkmıyor.