Entelektüel, cemaat ve ahlak

04:007/10/2017, суббота
G: 18/09/2019, среда
Yasin Aktay

Entelektüeli tarif etmeye, hele gerçek entelektüelin kim olduğuna hükmetmeye çalışan bütün söylemler kaçınılmaz olarak bir otantisite jargonuna sığınmak durumunda kalıyor.Bu sığınakta gerçek entelektüelin kim olduğu, nereden bakılıyorsa, nasıl bir tutum bekleniyorsa ona dair bütün talepleri içeren birkahraman tipini işaret ediyor. Doğal olarak böyle bir tiplemenin bütün göndermeleri bugünün sıradan entelektüelini tamamen analiz dışı bırakan, meşruiyetini bütünüyle yok eden söylemsel bir baskı üretiyor.Bugün

Entelektüeli tarif etmeye, hele gerçek entelektüelin kim olduğuna hükmetmeye çalışan bütün söylemler kaçınılmaz olarak bir otantisite jargonuna sığınmak durumunda kalıyor.

Bu sığınakta gerçek entelektüelin kim olduğu, nereden bakılıyorsa, nasıl bir tutum bekleniyorsa ona dair bütün talepleri içeren bir
kahraman tip
ini işaret ediyor. Doğal olarak böyle bir tiplemenin bütün göndermeleri bugünün sıradan entelektüelini tamamen analiz dışı bırakan, meşruiyetini bütünüyle yok eden söylemsel bir baskı üretiyor.

Bugün entelektüeli veya başka herhangi bir figürü bir Mesih olarak, bir kahraman olarak kuran ideolojinin kendisi zaten yeterince sorunlu.

Bir gün entelektüel veya herhangi bir kahraman figürü hayatımıza sökün ettiğinde düzelecek olan nedir?

İnsanlar bütün sahihlik şartlarını yerine getirmiş bir kahramanı –veya buradaki örneğimizde entelektüeli- gördüklerinde onu çocuklarını tanır gibi tanırlar mı?
Tanırlarsa ona hemen inanıp bağlanırlar mı?

Bir entelektüel veya kahraman ideallerine yükledikleri özlemleri karşılayacak özellikleri içerdiğine göre onunla buluşmanın gerektirebileceği bedelleri ödemeye hazır mıdırlar?

Tarih entelektüel ile cemaati arasındaki buluşmanın her zaman öyle kaçınılmaz bir karşılıklı çekim şeklinde gerçekleşmediğini gösterir.

Eski Yunan’da Platon’un filozof tipiyle formüle ettiği entelektüelin toplumla, cemaatle olan ilişkisi, adı üzerinde Platoniktir.
Doğrudan siyasetle ilgili olması ahlâkî bir zorunluluk olan filozof, halk için neyin iyi neyin yanlış olduğunu bilebilecek tek kişi olduğu için yönetme işine de o sadece o layıktır. Devlet işi sıradan insanların taleplerine bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.

Sıradan insanlar genellikle geçici dünyanın hazlarını talep ettiği için, bu talepleri, aynı zamanda hakikatini sadece filozofun fark edebileceği zararlar ve yanlışlar doğurur. O yüzden yönetim ile halkın talepleri arasında bir tür “halka rağmen, halk için” seçkinciliğinin Platonik bir gerekçesi vardır.

Açıktır ki bu tarz bir yaklaşım, demokratik bir anlayış doğurmaz. Çünkü demokrasi, sayı itibariyle zaten çoğunluğu oluşturan sıradan insanların özünde bayağı ve aşağılık olan arzu ve taleplerini, hayat tarzlarını topluma hâkim kılan, dolayısıyla insanın bu dünyadaki ve öte dünyadaki mutluluğunu imkânsız kılan bir sistemdir. Burada filozofun tanımı itibariyle vâsi kılınan konumu, tarih boyunca entelektüelin toplumsal işlevine dair yürütülen tartışmaların hareket noktası olmuştur.

Cemaatin kendi aydınını, azizini, âlimini, velisini, çıkardığı bir durumda, entelektüel ile cemaat arasında ciddi bir gerilim ortaya çıkmaz.
Bütün bu figürlerden belli belirsiz, şöyle veya böyle Platonik bir rol oynamaları beklenir. Ancak buradaki Platonik işlevin sorunsuz olarak ve düz çizgili olarak işlediği zannedilmesin...
Yunan felsefe geleneği içerisinde sofistler
bilgiyle ilişkisini profesyonelce kuran, hakikat arayışı veya varoluşsal, etik bir temele oturma kaygısı taşımayan, bilgiye salt bir meta gözüyle bakan insanlardır. Bu da, tam da entelektüelin tarihsel tipoloji çeşitlemesi içerisinde hiçbir zaman eksik olmayan bir figürdür.
Sofistleri bir entelektüel tipolojisi olarak düşündüğümüzde, bir yanı cemaatin ontolojik zemininin altını sürekli olarak oyan rolünden dersler çıkarmamak mümkün değil.
Bilgiyle kurduğu ilişkinin profesyonel, maddeci ve sair ahlâkî zaaflarından dolayı, bilgiye ve entelektüele olan güveni derinden sarsar. Bunun da başka bir sonucu şudur: Bir meslek ve bir performans gösterisi olarak sergilenen entelektüellik, her şeyi kuşkunun çemberine soktuğu ölçüde, insanların ortak hakikat algısını, insanları cemaat yapan ortak algıyı, insanlarda aynı dünyada yaşadıklarına dair bir kozmik bilinç yaratan algıyı, her şeyden önce psikolojik bir darbeyle yerle bir eder.
Sokrates’in bilgi ile ahlâklı olma arasında kurduğu olumlu ilişkiyi tek başına sofistlerin yeterince boşa çıkardığı düşünülmüştür hep.
Öyle ya, bilgi sahibi olmak eğer ahlâklı olmayı gerektirseydi, bizzat sofistler, bilgi sahibi olmakla kalmamış, bilginin dayandığı bütün zeminleri yerle bir edecek kadar bilgiye malik olmuşlardır. Ancak, belki tam da bilgiyle bu tarz ilişkilerinden dolayı, bilgiyi mülk edinilen ve üzerinde tasarruf edilebilen bir meta olarak gördüklerinden dolayı, ahlâkı kaybetmişlerdir.
Oysa Sokrates’in ahlâklı davranışı kendiliğinden gerektirdiğini söylediği bilgi, belli ki ham enformasyon anlamında bilgi değildir. Bu bilgi belli ki, her şeyden önce bir “kendilik bilgisi”dir.
Kendilik bilgisi dünyadaki yerini, diğer başka varlıkların yeriyle birlikte ve tabii ki varlığın kendisinin mahiyetiyle birlikte bilmektir:
Kendini bilen rabbini de bilir.

Ayrıca bilgiyi sadece bir araç olarak görmeden bilgiyle gerçekten bir sevgi ilişkisi kurabilmektir buradaki ayırt edici fark.

Bu fark da söylendiği kadar basit bir şey değildir. Bilme aşkı, bilme cesareti, bilgiyi varoluşunun davet ettiği türlü sınama yollarına iştiyakla icabet etme sorumluluğu, bilgiye apayrı bir kişilik kazandırır. Bilgi sahip olunan bir şey olarak görülmez.
Bilginin insanı seçeceğine inanılır. Bilgi kimi seçer? Tabii ki bu aşkı hissedeni, bu aşkı yaşayanı, aşk ile bu bilgiye tâlip olanı.

Bu anlamıyla bilgi, adamını tanır, hisseder ve ona yönelir.

Bilgiyi sadece hasımlarını yenmenin bir aracından, geçimini sağlamanın mümkün birçok yolundan, bir ekmek kapısından, bir iktidar kurma edevatından ibaret olarak görenler de görünüşte bir felsefecinin malumat birikimine sahip olabilirler.

#Entelektüel
#Cemaat
#Ahlak