Postmodern denilen dünyayı niteleyen en önemli özelliklerden birisi insanların inanacakları, yoluna kitlesel olarak seferber olacakları büyük davaların, büyük hikayelerin, onun deyimiyle meta-anlatıların hükmünün kalmayacak olmasıydı. Özgürlük, eşitlik, sosyalizm, aydınlanma, adalet gibi 19. ve 20. yüzyılın tarihinde büyük rol oynamış bu meta-anlatılar sona erecek, insanlar artık daha yerel, daha mikro düzeyde ve son derece çoğalmış hikayeleriyle başbaşa kalacaktı.
Bu, postmodernlerin bir ideali veya arzusu değildi elbet, bir durum tespiti idi. Ancak bir durum tespiti olarak bile fazlasıyla aceleye gelmiş olmalıydı. Çünkü insanlığın kendine yeni putlar edinmesinin tarihi kolay kolay sona erecek gibi değil. Meta-anlatılar nihayetinde insan doğasında içkin sanal gerçeklikler inşa etmek ve insanları bunlara inanmaya sevketme dürtüsünün doğal sonuçları. İnsanların kendi putlarını kendileri yapıp onlara bir alıcı bulmalarının tarihinin insan var oldukça sonu olmuyor.
Daha postmodern dönemlerde Batı hegemonyasının kendi anlatısını sürdürme adına diktatörlükler altında inim inim inleyen geri kalmış bölgelere “demokrasi götürme” anlatısı bir süre daha etkili biçimde berdevam oldu. Bu büyük anlatı adına Afganistan’a, Irak’a “demokrasi” götürülmedi mi? Bu yeni büyük anlatıya insanları ikna etmek için hiçbir argüman ileri sürülmedi; 11 Eylül saldırılarının toz dumanı içerisinde ABD ve müttefikleri insanları her türlü hikayeye mazur görülmüş bir ağıt kipinde ikna edebildi.
Kabul edelim ki, Irak’a demokrasi götürüp ekmiş ABD ve müttefiklerinin oradan nasıl terör biçebilmiş olduklarını hiç kimse yeterince sorgulamadı. Bilahare ABD ve bütün bir Batı ittifakının güvenlik anlatısını dayandırdıkları sözümona “İslami terör” demokrasi götürdükleri bölgelerde neşet edip durdu ve kendi savaşlarına ihtiyaç duydukları haklılığı sağladı. Tabii bu haklılık veya büyük anlatıların ikna ediciliklerinin bir emrivaki kurma gücüyle doğrudan irtibatlı olduğunu ayrıca görmek gerekiyor.
Belki bu fiili güce işaret eden en büyük anlatılardan biri de sekülerleşme anlatısıdır. Sekülarizm Batı’nın bugünkü dünyada kendini tanımladığı ve evrensellik iddialarını da dayandırdığı en önemli bileşenlerden birisidir. Sekülerleşme Batı’yla özdeşleşmiş bir kavram olarak aynı zamanda İslam’ın da karşıtıdır.
Dolayısıyla evrensel bir değer olarak sekülerleşmede mesafe kat edildikçe, Batılı hegemonyanın, yani modernizmin de mutlak zaferine doğru adım adım gidildiği kabulü zihinlere yerleşik bir kaziye gibidir. Niyazi Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma” isimli meşhur eserinde, çağdaşlaşmanın zihinsel ve kurumsal anlamda batılılaşmayla, onun da sekülerleşmeyle aynı anlamda kullanıldığı malumdur.
Buna mukabil İslam’ı çağrıştıran ve gündeme getiren bütün tezahürler, yansımalar, semboller, evrensellik iddiası olan sekülerleşmeye bir itiraz, iğreti bir istisna ve bir skandal gibi yansıtılır.
Salman Sayyid’in analizlerine göre sekülerleşme söylemlerinin bu direnişi kırma konusunda sarıldıkları başka bir yan-söylem var ki, o da İslam’ın içinden, tıpkı benzer direnişleri sergileyebilecek başka kültürlerin içinden olduğu gibi, sekülerizme paralel hareketler, düşünceler ve eğilimleri önplana çıkarmak. Böylece özü itibariyle Batı patentli olsa da sekülarizmin evrensellik iddiasına sarılmak oluyor.
Nitekim Müslümanların sekülerleşmesi adına bazı Müslümanların serzenişi yoluyla da olsa ortaya konulan söylemler bu iddiaları desteklemiş oluyor: Sekülerleşmeyi İslam’ın veya Müslümanların içinde de tezahür edebilecek kadar evrenselleştirmek.
Oysa Batılı hegemonyanın güçlü anlatılarından birisi olarak sekülerleşmenin göze çarpan en büyük iddiası evrensellik iddiasıdır. Bu evrensellik iddiası dünyanın her yanında ve her kültürde bulunabileceği gösterilerek ispatlanmaya çalışıldığı gibi aynı zamanda eninde sonunda bütün insanlığın ulaşacağı bir evrim çizgisinin nihai noktası olarak da sunulur. O yüzden bugün bu mukadder evrim yolunun önünde engel gibi görünen Müslümanlar bile eninde sonunda sekülerleşecektir.
Ünlü felsefecilerden Charles Taylor’un bir süre önce (2007) yayınlanan ve Templeton Büyük Ödülü’nü alan “Seküler Çağ” isimli devasa kitabı da (Türkçesi, Dost Körpe, İş Bankası Yayınları) bu anlatıya büyük bir sadakatle bağlı olarak dünyada bütün kültürlerin ve inançların kendi içlerinde mündemiç olan seküler aklı nasıl bulduklarını göstermeye çalışıyor. Aslında Taylor bütün çalışmalarını çok kültürlü, barışçıl bir dünyanın inşasına adamış dindar bir Katolik bile sayılabilir, ama onun da bütün felsefi gücüyle yayılmasına hizmet ettiği bu sekülerleşmenin evrenselliği anlatısı, postmodernlerin geride kaldığını düşündükleri anlatı örneklerinden biri haline geliyor.
Bu anlatıyla başetmek Salman Sayyid’in “Hilafeti Hatırlamak”ta giriştiği Müslüman öznelliğinin inşası arayışında önemli bir adım.
Belki bu anlatıyı felsefi olarak birkaç soruyla sarsmayı deneyebiliriz. Örneğin, sekülerleşmenin izlerinin en eski zamanlarda bulunuyor olduğunu görmek onun evrenselliğinin mi işareti yoksa alabildiğine arkaik bir tutum oluşunun mu?
Veya dünyanın bütün kültürlerinde bu düşünceye veya tutuma yönelik eğilimlerin olması yine onun evrenselliğini değil de, ağyarını mani efradını cami kılamayan bir karışım olduğunu mu gösteriyor? Buradan ilerleyelim..
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.