AB İlerleme Raporu’ndaki büyük gerileme

04:0021/04/2018, Cumartesi
G: 21/04/2018, Cumartesi
Yasin Aktay

Avrupa Birliği’nin yayınladığı İlerleme Raporu Türkiye hakkındaki eleştiri dozunu geçmiş raporlara göre dikkat çekecek ölçüde artırmış, eleştiriden ziyade terör örgütleri PKK ve FETÖ’nün Türkiye hakkındaki bütün propaganda argümanlarını ve üslubunu takınmış. Türkiye’nin demokrasisine, güvenliğine ve istikrarına karşı düzenlenmiş onca terör saldırısına, darbesine paralel devlet sızmasına tamamen kayıtsız empatiden ve anlayıştan yoksun bir skandal rapor olarak kayıtlara geçmiş oldu.Raporun kendisi,

Avrupa Birliği’nin yayınladığı İlerleme Raporu Türkiye hakkındaki eleştiri dozunu geçmiş raporlara göre dikkat çekecek ölçüde artırmış, eleştiriden ziyade terör örgütleri PKK ve FETÖ’nün Türkiye hakkındaki bütün propaganda argümanlarını ve üslubunu takınmış. Türkiye’nin demokrasisine, güvenliğine ve istikrarına karşı düzenlenmiş onca terör saldırısına, darbesine paralel devlet sızmasına tamamen kayıtsız empatiden ve anlayıştan yoksun bir skandal rapor olarak kayıtlara geçmiş oldu.


Raporun kendisi, hakkında gerçeklerin tahrifi, terör örgütlerine teslimiyet ve kasıtlı tarafgirlik bakımından rapor tutulmayı hak eden bir rapor. Muhtemel böyle bir rapordaki ilk tespit: AB raporunun üslubunda, gerçekçiliğinde, tarafsızlığında hiçbir ilerleme kaydedilemediği gibi bariz bir gerileme var.

AB’nin Türkiye hakkında veya üyeliğe aday ülkeler hakkında ilerleme raporları tutması işin rutini. Bu rutinin nasıl oluyor da Türkiye aleyhine, Türkiye düşmanlarının bir fırsat alanına dönüşmüş olduğu üzerinde ayrıca durulmalıdır. Ama bu rutine sahip olan AB ile Türkiye ilişkilerinin seyrine bu vesileyle yeniden bakmakta fayda var.

Elli yılı aşkın bir süredir inişli-çıkışlı grafiğe sahip bir ilişkiden bahsediyoruz. Maalesef Ankara Antlaşması ile AB tarafından Türkiye’ye taahhüt edilen uygulamalardan büyük kısmı yerine getirilmemiş olmasına rağmen Türkiye tarihsel bir perspektifle bu ilişkinin kopmaması için sürekli sorumluluk alan taraf oldu.

Türkiye’de AB üyeliği hedefi hükümetler-üstü bir mesele olduğundan neredeyse tüm Cumhuriyet hükümetleri bu konuda adımlar attı. AK Parti iktidarları döneminde bu çabalar en üst düzeye çıktı ve neticede tam üyelik müzakerelerine başlanabildi. Bununla birlikte AB’nin kendi içinde yaşadığı bir takım krizler dolayısıyla Türkiye‘nin “eşit bir ortak” değil “kullanışlı bir siyasal argüman” olarak değerlendirilmeye başlanmasından sonra süreçte aksamalar, kırılmalar başladı.

Bilindiği gibi AB, Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nun bir araya getirilmesiyle ortaya çıktı. 1965’te imzalanan bir antlaşma ile ortak bir takım mekanizmalara kavuşan bu üç örgüt 1991 Maastricht Antlaşması ile birleştirilerek AB’nin üç sütunundan birisini oluşturdular.

Örgütün bu şekilde kendini revize etme ihtiyacı hissetmesinin kökenleri aslında Soğuk Savaş’ın bitmesiyle de ilgiliydi. Zira bu yapılar esasen Bayı Avrupa ülkelerinin ekonomik işbirliği teşkilatları olarak tasarlanmışlardı ve savunmaları neredeyse tamamen NATO güvencesine bırakılmıştı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yaşanan siyasal tartışmalar zemininde AB’nin de bir küresel güç haline dönüşebileceği beklentisi oluştu ya da yaratıldı. Yukarıda bahsettiğimiz Maastricht Antlaşması’nın yarattığı diğer iki sütun büyük ölçüde bu beklentinin bir neticesiydi.

Bunlar arasında en önemlisi olan Ortak Savunma politikasına dönük tartışmaların NATO’nun altının oyulması bağlamında değerlendirilmeye başlanması ve ABD yönetiminin bu çabalara açıktan karşı çıkmaya başlaması süreci derinden etkileyen gelişmelerin belki de en önemlisiydi. Ortak Savunma ve Güvenlik Politikası ile NATO’nun askerî şemsiyesi dışına çıkmaya çalışan AB ülkeleri Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni siyasal ortamın marjlarına takıldılar ve otonom bir askerî yapılanma fikrini rafa kaldırdılar.

Maastricht Antlaşması’nın yarattığı sütunlardan birisinin çökmesi Birliğin geleceğinin çok da parlak olmadığını gösteriyordu. Diğer taraftan Tek Avrupa hayalinin toplumların ulus-devletlerini ellerinden alması, diğer bir deyişle yaklaşık 400 yıllık sosyolojik-tarihsel siyasal gerçeklerin yarattığı fenomenlerin sınırlarının tahrip edilmesi Avrupa’da aşırı sağın ekmeğine yağ sürdü ve ulus-devlet talebini katı bir biçimde savunan; yabancı düşmanlığını siyasal propaganda malzemesi haline getiren hareketlerin yükselişini beraberinde getirdi.

Bu durum aslında AB projesinin de çökmeye başladığını gösteriyordu. Neticede bu aksiliklerle mücadele etmesi gereken AB yetkili kurullarının da akışa ayak uydurarak popülizmi bir strateji olarak benimsediklerini görüyoruz. Bu stratejilerine Türkiye’nin katık yapılmaya çalışılması ise ayrıca üzücü.

AB’nin yayınladığı son ilerleme raporunun da gerçek AB değerlerine bu bakımdan uyumlu olmadığını, son derece siyasal saiklerle, Avrupa’da yükselen Türk ve İslam düşmanlığından nemalanmaya çalıştığı çok açık.

Terör örgütlerinin yoğun saldırısı altında bulunan bir ülkede devletin vatandaşlarına karşı asgari sorumluluklarını yerine getirebilmesi, sivillerin can ve mal güvenliklerinin emniyete alınması amacıyla bir önleyici strateji olarak yürürlükte olan OHAL hakkında raporda bulunan ifadeler empatiden uzak olduğu gibi gerçeklerle de bağdaşmıyor.

AB bu gibi önerileri Fransa’ya da üst perdeden yapabilmiş olsaydı belki söylenenlerin bir miktar anlamlı olduğu savunulabilirdi. Ancak Fransa’da OHAL uygulamasına ses çıkarılmazken Türkiye’ye ayar verilmeye çalışılması kabul edilemez.

Türkiye’nin üyelik perspektifinden uzaklaştığı biçimindeki ifadeler ise siyasal bir değerlendirmenin değil mizahi bir tiyatro oyununun konusu olabilecek kadar komik. Üyelik perspektifinden uzaklaşan AB mi yoksa Türkiye mi? Bu sorunun cevabının Türkiye olmadığı açık.

Tam bu esnada ABD’den de OHAL’de seçim konusunda endişeli olunduğu yönünde açıklamalar yapılması Anadolu’da kullanılagelen bir sözü hatırlatıyor: Birisi soyuyor, öbürü tulum çıkarıyor. Eh iki çıplak da bir hamama yakışır zaten.

#AB
#Türkiye
#İlerleme raporu