Evlerimizdeki misafir odası, tıpkı bir misafir gibi çıkıp gitti hayatımızdan.
Büyük şair ve mutasavvıf
Feridüddin Attar “Cevâhirnâme”
isimli eserinde şöyle der: “Kardeş, misafiri hoş tut. Misafir Allah vergilerinden bir nimettir. Misafir, rızkını beraberinde getirir. Sonra ev sahibinin günahını götürür. Oğlum, sende yiğitlik, akıl ve idrak varsa misafirin değerini bil. Misafire karşı ikramlı ol. Kâfir bile olsa, git hemen kapıyı aç.”
son,
ilk yılları yani 1304-1369 yılları arasında yaşayan ve bir çok ülkeyi, bu arada Anadolu’yu da karış karış gezmiş olan
İbn Battuta da Seyahatnamesi
’nde
misafirlerini kapmak için yarıştığını anlatırken Türklerin misafirperverliklerini öve öve bitiremez.
Köylerde kasabalarda hala kaldı mı bilmiyorum, çok uzun değil bir zamanlar evlerimizde annelerin sadece misafir geldiğinde açtığı, onun dışındaki günlerde kapısını kapattığı ve çocukların çok merak ettiği özene bezene hazırlanan, diğer odalara göre son derece konforlu bir oda vardı;
.
Köylerde sobaların üstünde
denen bir kap sürekli durur, misafir odasındaki
ihtiyaç halinde kullanılması için hazır edilirdi.
Gömme dolaplı, gömme banyolu, ocaklı köy evlerinin neden şehre taşınmadığını anlamıyorum.
Her şeyin zekâtı kendi cinsinden olur.
Evin zekâtı da içerisinde misafir ağırlamaktı.
Kalıcı ve günübirlik gelen misafirler bu odada ağırlanır, ikramlar bu odada yapılırdı.
Misafir geldiğinde yemekler değişirdi, genelde etli olur ve mutlaka tatlı yapılırdı.
Misafir yük değil, eve bereket getiren, rızkı artıran biridir.
Halk arasında,
“Misafir rızkıyla gelir, bir kısmını yer, çoğunu ise eve bırakır gider”
anlayışı ile “Babanın, misafirin ve mazlumun/ zulme uğrayanın duası reddedilmez” düşüncesi hakimdi.
Hakimdi diyorum çünkü artık bu anlayış da tıpkı misafir gibi terk etti bizi.
Misafir odası gittikten sonra peşinden
sedir ve divan gitti, çekyat
geldi.
Kızların sevgilerini işledikleri güzelim
gitti, ne idüğü belirsiz mikrop yuvası
geldi.
Sonra herkesin akşamları bir araya geldiği ve evin en canlı bölümü olduğu için
dediğimiz ortadaki büyük odaya
dedik.
İçi boşaltılmış binalarımızı
işi bitirdik, daha doğrusu işimiz bitti!
Şehir hayatı, kalabalıklaşan nüfus, geçim derdi, iletişim araçlarının çoğalmasıyla insani ilişkilerimizin azalması, insanoğlunu
kendi kendine yeten bencil, egoist bir varlığa
dönüştürdü.
Bunun adı eksen kaymasıdır.
İnsanoğlunun ekseni kaydı.
Bu sorunun cevabını
Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu kitabında
vermiş;
“İnsanları genel olarak inanan ve inanmayanlar olarak ayırırız.
Bunun içinde en kalabalık olan,
eksiktir.
O topluluk,
ve öyle ifade eden fakat hakikatte öyle olmayan kimseler topluluğudur.
Onlar az ya da çok Allah’a ibadet eden, dinin belli bazı “
” ve sembollerini yerine getiren, ticarette son derece
soğukkanlı olarak aldatan
, vicdan azabı duymadan
başkasının sırtından geçinen
, bin sene yaşayacakmış gibi hayatlarını, mallarını ve makamlarını yitirmekten korkan veya kendilerinden
güçlü olanlara yalakalık yapan
kimselerdir.
Bu tip insanların belirgin özellikleri korkudur.
Hayat için korku, mal için korku, makam ve mevki için korku.
Bütün bu korkular arasında bir tek korku eksiktir: Allah korkusu.
Bu ruhla ikiyüzlü atmosferde kendi nesillerini büyütürler.
Bugünkü
içinde hiçbir yerde dine adanmışlık yok.
Sadece prensip olarak din öne çıkarılır ancak
pratikte bu kadar az yerine getirildiği görülmemiştir.
Bu
İslam ülkelerinin çoğundaki vaziyeti açıklayabilir.
Dikkat edin ki
okunmak yerine, güzel sesle seslendirilip yorumlanmaktadır.
Böylece ne Araplar ne de Arap olmayanlar artık onun
ve Kur’an’ın benzersiz melodisinde, artık hiç kimse emredici ve kesin, bazen
ve davet eden
yüksek sesle haykıran fakat her zaman ve yeniden tüm insan hayatının değişmesini talep eden hükümlerini tanıyamamaktadır.”
yaşlıları huzurevine gönderdik, akrabalarla irtibatı kopardık, misafiri de kovduk.
Elektrikli aletlerimizle konforlu beton kutuların içine gömüldük.
Şimdi geçinemiyoruz diye ağlıyoruz.
Ne diyordu Cahit Sıtkı Tarancı;
Bir kere Misafire çıkmış adın; İstesen de istemesen de gideceksin.