Bir arı, bir karıncanın bin bir güçlükle taneyi yuvasına götürdüğünü görünce, ona şöyle seslendi:
“-
, bu kendine yüklediğin nasıl bir meşakkat, seçtiğin nasıl bir yüktür? Gel de benim yediğim içtiğim yeri bir gör. En güzel ve en hoş yiyecekler benden artmadıkça padişahlara ulaşmaz.
, istediğimi seçer ve istediğimden yerim.”
Bu sözleri söylerken uçtu ve
bir etin üzerine kondu. Kasap elindeki bıçağı o
üzerine öyle bir vurdu ki onu iki parçaya böldü ve yere attı.
Karınca gelip onu ayağından çekti ve şöyle dedi: “Nice
bir anlık şehvet vardır ki,
uzun zaman
bırakır.”
Arı: “Beni istemediğim yere götürme”.
Karınca: “
ve şehveti
sebebiyle dilediği, arzu ettiği yere konarsa, onu istemediği yere götürürler”.
bir gün yolda giderken buldukları bir ceviz için kavga eden iki çocuk görür.
, bu cevizi onlardan alıp: “–Biraz sabredin de bu cevizi ikinize paylaştırayım!..” der.
Sonra cevizi kırar, fakat cevizin içi boş çıkar.
“–Bütün bu kavga, içi boş bir ceviz ve kuru bir
içinmiş!...” der.
İşte uğruna nice kavgaların yaşandığı şeyler de içi boş bir ceviz gibidir.
yol üzerindeki bir vîrânenin yıkılmak üzere olan eğilmiş duvarına bakıp sık sık âkıbetini tefekkür ederdi.
Yine bir gün derin bir tefekkürle orayı seyrederken duvar âniden çöküverdi.
Meczup sevincinden gülmeye başladı.
Duvarın çöküşüne neden bu kadar sevindiği sorulduğunda şöyle der; “-Duvar meyilli olduğu tarafa yıkıldı!”
Hayatın sırrı bu kadar basit ama gel sen bunu ‘Duvarlara’ anlat.
Bostan adlı eserinde
şöyle anlatır: “Bir kişinin merkebi çamura batmıştı. Ne kadar gayret sarf ettiyse bir türlü hayvanını battığı yerden çıkaramadı. Bu esnada da gökyüzünden sicim gibi yağmur yağıyor, soğuk hava ise ilikleri donduruyordu. Bütün bunlara ilâveten bir de yavaş yavaş üstüne çöken karanlık içerisinde kalan adamcağız, çok müteessir ve muzdarip bir hâldeydi.
O kişi, bu dert ve acı içerisinde sabaha kadar kötü sözler söyleyerek etrafa lânetler savurdu. Öyle ki,
dilinden ne dost kurtuldu ne düşman, ne ahâlî kurtuldu ne de sultan...”
Olacak bu ya, adam böyle sövüp sayarken oradan geçen padişah bunları duydu.
hiddetle: “-Eşeği çamura batmışsa benim suçum ne? Bana niçin kötü söz söylüyor?” dedi.
Beraberindekilerden biri: “-Padişâhım, hemen boynunu vurdurun! İbret olsun!..” dedi.
, gördü ki adam, içine düştüğü dert dolayısıyla bunalmış. Öfkeyle herkese sövmüş.
Kabaran öfkesini yuttu, bununla da yetinmedi, ona altın, at ve kürklü kaftan ihsân etti.
Bu hâdiseyi duyan biri o
:
“-Ey akılsız ihtiyar, ölümden nasıl kurtuldun?” diye sordu.
onun bu suâline şöyle cevap verdi: “Ben öfkemden bana yakışmayan bir şey yaptım, Sultân kendisine yakışanı yaptı.”
Kendine yakışanı yapacaksın.
der ki; “Ben hikmeti âmâlardan öğrendim. Çünkü onlar değnekleriyle, bastonlarıyla bir yeri yoklamadan adım atmazlar.”
da şöyle der; “Köpek bile atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez. Âmâ, noksansız bir Güneş’in doğduğunu harâretinden anlar.”.
Ama biz bazen o kadar körleşiriz ki
önümüze sunulan her bilgiyi ya ambalajına aldanarak ya da bilgiyi getirene kanarak, kokmadan, tatmadan, yoklamadan yeriz.
; insanoğlunun sahip olduğu en değerli sermaye. Bu serveti güzel ve doğru kullanmak da insanlığın gereği. Çünkü insani aklıyla insan olur. Aklı olmayan kimse, diğer varlıklar gibi hiçbir şekilde sorumlu değildir.
Rivayete göre
ilk yaratıldığında ona şu üç nimeti takdim edilir:
Akıl, Îman, Hayâ yani utanma.
Sonra da bunlardan birini seçmesini ister.
aklı seçer. Çünkü
aklı olmayanda ne îman olur, ne hayâ.
Ancak akıl, kaygan bir sabun gibidir.
Onu hırs, açgözlülük, bencillik, kıskançlık, çekememezlik elden kaçırtır.
Fakat ne gariptir ki hissiyatına mağlûp olan
herkes, kendi aklını başkalarından daha iyi kullanabildiğini zanneder.
Oysa ne kadar akıl o kadar sorumluluk, o kadar ödül, o kadar cezadır.
Adalet budur, aklın gereği de budur.
Ne kadar akıl, o kadar insan.