Türkiye, İran ve Rusya(1)

04:0025/08/2016, Perşembe
G: 13/09/2019, Cuma
Süleyman Seyfi Öğün

15 Temmuz elbette ki doğrudan Türkiye'yi vurdu. Ama etkilerinin bu kadarla sınırlı kalacağını sanmıyorum. 15 Temmuz dolaylı olarak, son çeyrek asırdır bâzı ezberlerden hareketle Akdeniz havzası, Ortadoğu ve Avrasya'da belli bir kaos plânını çalıştıran küresel hegemonik güçlerin tasarımlarını da allak bullak etti. Demek ki işler her zaman ve her yerde bir Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu'da olduğu gibi gitmiyor. Meğer, “Dişli” bir Rusya ve İran'ın yanında “dişli” bir Türkiye varmış. Risk hegemonik güçler açısından artıyor. Türkiye, İran ve Rusya ile yegân yegân uğraşmak varken, bir anda bu üç gücün yakınlaştığı bir tablo çıktı ortaya. Bundan sonra bahsi geçen tabloyu dağıtmak için daha fazla risk alacaklarından şüphe etmiyorum. Neticenin ne olacağını bilmiyoruz. Yaşayan görecektir.



Aslında Rusya, İran ve Türkiye'nin yakınlaşması bâzı târihsel benzerlikleri; bunlar kadar da bâzı nüansları düşündürüyor. Bu tablodan potansiyel olarak nelerin çıkabileceğini; veyâ ne kadar sürdürülebilir olduğunu tartışmak gerekiyor.



Târihsel birikim gösteriyor ki, Kapital-Dünyâ, Marx'ın kavrayışıyla sâdece emek-sermâye arasındaki işbölümüne değil; daha derinde ve kapsamlı olarak, “Merkez”,”Yarı-Merkez” ve “Kenar” ulus-devletler arasındaki eşitsiz bir dünyâ işbölümüne karşılık gelmektedir.



Merkez Dünyânın, diğer dünyâlar üzerinde hegemonik gücünü tesis etmesi kendi çevrimleri için hayâtî bir önem taşımaktadır. Bunun “jeo-politik”, “jeo-kültür” ve “jeo-strateji” olmak üzere bir sacayağı olduğunu biliyoruz. Merkez hegemonik güçlerin tasarımları ve tasarrufları, kenara doğru dünyânın geleneksel çevrimlerini bozan ayrışık sun'i şekillendirmelerini öngörmektedir. Buradaki en temel sâiklerden birisi de “mevcudu dağıtmak, parçalamak”; “mevcut olmayana” ise mevcûdiyet kazandırmaktır.



Avrasya olarak tanınan coğrafyanın payına düşen de bundan farklı olmamıştır. Avrasya'nın târihsel olarak en büyük coğrafyasına sâhip olan Osmanlı'nın tasfiyesi ve bu coğrafyadan kırk kûsur yeni siyâsal varlık türetmek tam da bunu anlatır. “Vatan”, “Ulus” ve “Devlet” üçlüsünün yeni oluşumun bileşenleri olduğunu biliyoruz. Burada genellikle atlanan ve üzerinde durulmayan husus, bu bileşenlerin hangi ardışıklık ilişkisi içinde tesis edileceğidir. Meselâ Irak'ın veyâ Ürdün'ün inşâ süreçlerine bir bakalım: Buralardaki formatlanma “coğrafya” temellidir. Merkezdeki “coğrafya”, Libyalılar veyâ Ürdünlüler gibi sun'i bir “ulus”la birleştirilmiştir. Bahsedilen coğrafyalardaki kurumsal boşluklar ise “partitokrasilerle” tamamlanmıştır. Hâsılı bileşenlerin ardışık ilişkisi “teorik olarak “coğrafya-ulus-devlet”; pratik olarak ise “coğrafya, tâbi topluluklar ve tek-partiler” olarak cisimleşmiştir.



Coğrafyaya bağlılık üzerinden ulus inşâsı, eğer Amerika'da olduğu gibi etkili bir ekonomik bütünleşmeye oturmuyorsa son derecede gevşek kırılgan kalır. Diğer taraftan coğrafya ile belirlenen bir ulusun inşâsı da dâima akim kalacak; topluluk bağlarını etnik veyâ dinsel geleneksel bağlar sınırlandıracaktır. Devlet sandığımız yapılar ise otoriter partitokrasiler olarak işleyecektir.



İlk bakışta İran da böyle gözüküyor. İran bir coğrafya adıdır. İranlılık ise coğrafyadan türeyen bir kimlik gibi gözükür. Ama İran'ı yukarıda işâret ettiğimiz kategoriye dâhil etmek, meselâ Ürdün veyâ Irak gibi görmek son derecede yanılgılıdır. İran'ın aktüel karşılığı, kadim geçmişi ile Perslilik; modern uzantısıyla Fârısîliktir. Bu da herşeyden evvel “kurumsal” (İran devleti) ve “kültürel” (Farsça'nın ve Şiî doktrinin birleştirici etkisi) bir sâbitenin kuşatıcı varlığını gösterir. Dolayısıyla üç bileşenin ardışık ilişkisi “devlet-ulus ve coğrafya” olacaktır.



Bir başka Avrasya gücü olarak Rusya da, İran'la benzerlikler göstermektedir. Târihte Moskova Knezliği'nden Rus İmparatorluğu'na; Rüriklerden Romanovlara; hattâ Rusya'dan Sovyetler Birliği'ne giden süreçler etkili bir modern devletin inşâsıyla anılır. Büyük Petro'nun attığı dev adımlarla coğrafyası sürekli büyüyen bu imparatorluk daha sonra Slavlık ve Ortodoksluk temelinde bir ulus inşâsını gerçekleştirmiştir. (Stalin'i Petro'nun bir türevi olarak görmek abartı sayılmamalıdır). Buradaki ardışıklık ilişkisi de apaçık görülüyor ki “devlet-ulus-coğrafya” üzerinden şekillenmiştir. İran ile Rusya'nın farkı ağırlıklı olarak coğrafya farkıdır. İran'ın coğrafyası ne büyür, ne de küçülür. Hâlbuki Rusya'nın coğrafyası, merkezden hinterlandlara doğru son derecede geniş ve oynaktır. Bu coğrafya, Merkez-hegemonik güçler için çok sorunlu olmuş ve âdeta demir bir leblebiye dönüşmüştür. Özellikle de Rusya'nın Asyaik nüfûzunun her tasfiyeden sonra, şu veyâ bu şekilde yeniden konsolide olduğunu şaşırarak görüyoruz.



Osmanlı'nın parçalanması ise hayli kolay olmuştur. Ayakta kalan son kale olan Türkiye'de, İran ve Rusya'ya benzer bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Tanzimat ile başlayan Türk modernleşmesi kurumsal ağırlıklı bir modernleşmedir. Cumhûriyet de bunu devam ettirmiş; aşama aşama Türk ulusu bu tasarıma eklemlenmiştir. Her ne kadar “Misâk-ı millî“ coğrafyayı önplâna çıkarıyor gibi gözükse de bu aslında devletin coğrafyasını tanımlamasıdır; coğrafyaya göre bir devlet kurmak değil. Buradaki sorun, ağırlıklı olarak, İran'daki Sünnî azınlıktan daha fazla bir Alevî azınlığın var olmasıdır. Bu da, “Slav-Ortodoks” veyâ Fars-Şii gibi “Türk-Sünni” temelli bir ulus inşâsını, fiiliyatta ve örtük olarak böyle işlese de doktriner açıdan zora sokmuştur. Modern Türkiye'nin katı prensiplerle laikliği ve lâikçiliği devreye sokması da bu bakımdan anlaşılması gereken bir süreçtir. Devam edeceğim….


#İran
#15 Temmuz
#Ortadoğu