Terörün siyasallaşması mı?

04:0013/08/2015, Perşembe
G: 13/09/2019, Cuma
Süleyman Seyfi Öğün

Olaylara belli bir mesâfeden bakanlar, Türkiye Cumhûriyeti'nin kurulduğu günden bu yana en sancılı târihsel eşiğe girmiş olduğunu kolaylıkla görebilir. 92 senelik cumhûriyet târihi, özellikle 1945-1989 arasında yaşanan Soğuk Savaş'ın ardından, yavaş yavaş, kaderi belirsizleşen Ortadoğu coğrafyasında derin krizin içine itiliyor. Artık iç siyâset-dış siyâset arasında bir ayırım yapabilme lüksünün ve kolaycılığın dışındayız.Bir kıyaslama durumu daha net görmemizi sağlayabilir. Soğuk Savaş döneminde,

Olaylara belli bir mesâfeden bakanlar, Türkiye Cumhûriyeti'nin kurulduğu günden bu yana en sancılı târihsel eşiğe girmiş olduğunu kolaylıkla görebilir. 92 senelik cumhûriyet târihi, özellikle 1945-1989 arasında yaşanan Soğuk Savaş'ın ardından, yavaş yavaş, kaderi belirsizleşen Ortadoğu coğrafyasında derin krizin içine itiliyor. Artık iç siyâset-dış siyâset arasında bir ayırım yapabilme lüksünün ve kolaycılığın dışındayız.

Bir kıyaslama durumu daha net görmemizi sağlayabilir. Soğuk Savaş döneminde, Batı ittifâkının şemsiyesi altına giren Türkiye'de dış siyâset, yürütülmesi hayli kolay bir yapıda işlemekteydi. NATO başta olmak üzere Batılı kampın çok sayıda kuruluşuna mensup olan Türkiye, karar almada çok zorlanmıyor, Batı kampının genel siyâsetlerini adeta bir “kes-yapıştır” mantığı içinde uyguluyordu. Soğuk Savaş sona erdikten, bu savaşın gereklerine göre yapılandırılmış bu kuruluşların siyâsetleri de belirsizleşti. Bu belirsizlik halâ sürüyor. Şahsî kanaatime göre, bu belirsizlik giderilmek de istenmiyor. Dünyâ “Yeni Düzen” hedefiyle meşrulaştırılan; ama aslında çıkar temelinde işleyen reelpolitiğin uzantısı olan fiilî koalisyonlarla yönetiliyor. Soğuk Savaş, elbette ki içerdiği topyekûn yıkım tehditi altındaydı. Ama bu risk, bazı sigortaları da devreye sokuyor, bloklardan herhangi birisini mâceracı siyâsetlerin dışında tutuyordu. Halbuki günümüzdeki tablo, uluslararası ilişkiler açısından değerlendirildiğinde, konvansiyonel düzeyde derin bir belirsizliği ortaya koyuyor. Belirsizlik risk alma güdülerini harekete geçiriyor. Risk almak, şu ya da bu derecede mâcerayı da göze almayı da içeriyor. Hülâsa edecek olursak, Soğuk Savaş dönemi ile mukayese edildiğinde günümüz dünyâsı çok daha büyük riskleri taşıyor.

Diğer taraftan, belirsizliğin hüküm sürdüğü böyle bir dünyâda, merkez güçlerle, yarı merkez ya da çeper dünyâ arasında çıkar çatışmaları da keskinleşiyor. Bu durum, gerilim ve çatışmalar içinde inisyatif yüklenmiş aktörel bir çeşitlilik dikkât çekiyor. Konvansiyonel koalisyonların aktörleri kalıcı konumlanmaların çok ötesinde bir dalgalanma, kayma, geçiş yapma kabiliyeti kazanıyor. Dün yandaş olan bir gücü, yarın düşman tarafta bulmak artık vak'ay-ı âdiyedendir. Terör örgütlerini de içine alan aktörel çeşitlilik, uluslararası manipülasyonlar için, geniş bir alan oluşturuyor. Bu aynı zamanda, sayısız coğrafyaya yayılan, etnik ya da dinsel parametrelerden fişeklenen, savaş hukûkunu bile hiçe sayan bir kırım-yıkım alanı anlamına geliyor.

Sıvılaşmış, kayganlaşmış bir dünyâda dış siyâset yapımı, romantizm kaldırmıyor. Reel politik, modern târihin hiçbir evresinde bu kadar denetimsiz, başıboş kalmamıştı. Moralpolitik artık, reelpolitiki dizginleyen bir güç değil; tam tersine her zaman olduğundan daha fazla onu meşrulaştıran, ya da didikleyen araçsal bir işlev kazanmış durumdadır.

Türkiye'nin de içinde bulunduğu yarı-merkez dünyâda, özellikle de Ortadoğu ekseninde bu süreç, her aktör için bir ölüm-kalım riskini doğuruyor. Pekiyi, bu ontolojik risklere karşı ne yapılmalı? Bunun başta gelen koşulu, ne pahasına olursa olsun, siyâsal alanı kurumsal düzeyde, siyâsete musallat olan, her türlü etnik ve dinsel parametrelere karşı muhafaza etmektir.

Kabul etmeliyiz ki, 7 Haziran seçimlerine kutuplaşmış ve lümpenleşmiş bir kültürel iklimde girdik. Kutuplaşmış ve lümpenleşmiş bir iklimde, siyâsetin teneffüs alanları daralıyor, arterleri baskılanıyor. Terörün tırmanışı işte tam da bu iklime rastgeldi. Eğer siyâset bu baskıları gideremezse, kendisini aşındıracak etkilerin altına girmesi kaçınılmazdır. Bugün, husûmete, hınca dayalı olarak yürütülen kimlik siyâsetleri, bizzat siyâsetin geleceğini tehdit ediyor. İşleyişte bu “terörün siyâsallaşması” olarak karşımıza geliyor. Türkiye'nin yaşadığı tehlike, siyâsetin terör tarafından kolonize edilme tehlikesidir. Bunun sendromu ise, terörün bir siyâsal tartışmanın konusu hâline getirilmesidir. Terörü siyâsal bir odakta tartışmak, siyâsetin bulandırılması ve kaosa sokulmasıdır. Unutulmasın; 12 Eylül öncesi tablo da aşağı yukarı buydu. Siyâsetteki merkezî güçlerin,aralarındaki farklılıkları öteleyerek, terörün siyâsal odağa alınmasına karşı bir paralaks geliştirmesi son derecede hayâti bir önem taşıyor. Siyâsal alanının muhafazası, siyâsetteki merkez aktörlerin ortak olarak ellerini taşın altına koymasını gerektiriyor.
#dış siyâset
#12 Eylül
#7 Haziran seçimleri