|
Kitle hareketleri
Modern dünyânın başat niteliklerinden birisi nüfus kesâfetidir. Kapitalizm, eski dünyâların nüfus dengelerini alt üst eden bir tesir göstermiştir. Kâhir ekseriyeti
kırsalda yatan, dağınık nüfusları mülksüzleştirmiş ve kentlere yığmıştır
. Daha sonraları onları, bilhassa sanâyi evresinde,
yedek ve reel işgücü hâlinde
üretime sokmuştur. Bu mâlûmat, genel kültürü sağlam herhangi bir insanın bilebileceği mâhiyettedir. Mesele, bu demografik birikimin nasıl yorumlandığında odaklaşır.
Kitle isyânları, târihsel olarak kökleri çok eskiye uzanan bir hadisedir. Sosyolojik olarak bakıldığında bunların başlıca üç örüntüsü (pattern) olduğu söylenebilir. Başlıcası
köylü isyanlarıdır
. Bu tarz isyanlar merkezden uzak olarak ortaya çıkar.
Köle isyanları
diğer bir örüntüdür. Bunlar kenarda yaşanabileceği kadar merkezde de yaşanabilir. Nihâyet
zenaatkâr isyanlarından
bahsedilebilir ki, bunların merkezi tuttuğu âşikârdır. Bahsi geçen üç örüntü, birbirlerinden kopuk veyâ bağlantılı gerçekleşebilir. İşin tuhafı, karizmatik figürlerin başını çektiği bu isyanların hemen hepsinin merkez tarafından trajik bir biçimde bastırılış olmasıdır. Antik sistemler, bunların dağınık ve örgütsüz yapılarının avantajını kullanmayı çok iyi bilmiştir.
Modern dünyâda ise durum değişmiş görünmektedir. Kapitalizmin merkezî-bürokratik dünyâsında proleterleşmiş kitleler de buna uygun olarak eski dünyânın dezavantajlı kitlelerinden farklı olarak
merkezîleşmiş, yoğunlaşmış
ve daha mühimi
sınıfsal
bir nitelik kazanmıştır. Burjuva entelektüel dünyâlarda pişirilmiş çeşitli fikirler etrafında nasıl ve neye karşı isyan edeceklerine dâir bir rehberlik desteği kazanmışlardır. Eski dünyâda isyanlar çok defa mevziî kalmış; deyim yerindeyse cirmi kadar yer yakmıştır. Hâlbuki modern dünyâda, işçi hareketlerinin zincirleme bir reaksiyona dönüşüp tekmil sistemi, hattâ külliyen târihi değiştirme veyâ dönüştürme potansiyeli ortaya çıkmıştır. Sosyalist liderlerin beklenti ve umudunun, bu târihsel avantajın doğmasının işlevi olarak değerlendirilebilir. Gelin görün ki, modern devrimlerin pratiği, Marx’ın öngördüğünün aksine işçi sınıflarının en yoğun olduğu kapitalistleşmiş Avrupa’da değil,
yarısı sanâyileşmiş, ama kalan yarısı ise hâlâ zırâî ilişkilerin devâm ettiği coğrafyalardan
başlayarak kesif köylülüğün hüküm sürdüğü kenar coğrafyalarda
yaşanmıştır. Thompson’ın “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” başlıklı muhteşem çalışması, merkez dünyâdaki kırılmayı son derecede çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
Modern zihniyet ve fikir birikimi her zaman
hayâtın kitleselleşmesinden
memnun değildir. Sosyalistlerin aksine liberaller, reaksiyoner muhafazakârlar bu gelişmeden son derecede rahatsız olmuşlardır. Alexis Tocqueville, Gustave Le Bon, Ortega Y Gasset, Thomas Carlyle, George Santayana gibi fikir adamlarının,
kitlesiyâset denkleminin,
insanlığın medenî birikimini topyekûn tehdit ettiğine dâir son derecede tesirli iddiaları vardır. İki umûmî harp arasında kalan zaman diliminde bu çevrelerin sesinin hayli gür çıktığını biliyoruz. Tuhaf olan, bilhassa yıkıcı devrim ihtimâline karşı çıkarılan hükümlerdir.
Liberallerin umudu
, bireylerin sâdece devlet değil, kitlelere karşı bireyleri koruyan anayasal garantilerdeydi.
Muhafazakârların bâzıları
kitleleri reddetmiş ve katıksız bir seçkincilikte karar kılmışlardır. Ama daha
anaakım muhafazakârlık
ise siyâsseten radikalleşmiş, organik fikirler seferber ederek, bu lümpen kitlelere seçkinlerin vaziyet etmesini müdafaa etmişlerdir. Nazizm ve faşizmler bu fikirlerin pratiklerinden başka bir şey değildir. Marx, bihassa yedek işgücünde tutunum sağlayan lümpenleşmeyi hissetmiş ve onu şiddetli bir şekilde eleştirmişti. Umudu, yedek değil, reel işgücündeydi. Gramsci de bir çok şeyin farkındaydı. Sosyalistler, bilhassa II. Umûmî Harp sonrasında kitle meselesinin potansiyel tehlikelerine daha derin bir uyanış sağlamıştı. Bilhassa Frankfurt ekolü bu hususlarda düşündürücü tespitlerde bulunmuştur.
Ama daha mühim olan sistemin verdiği tepkiydi. Sistem, II.Umûmî Harp sonrasında, ehlileştirilmiş;
devrimci dinamiklerinden arındırılmış işgücünü, burjuva rûhundan arındırdığı orta sınıflarla harmanlayarak
sisteme sokmayı başarmıştı. Artık “sistem karşıtı yıkıcı hareketler”, sonu otoritarizm ve totalitarizm ile bitmesi kaçınılmaz olan, Batı dışı gayrı medenî dünyâlara yakıştırılan hareketler olarak lânetleniyordu. Bir medeniyet ayıbı olarak terör kavramlaştırması bu merkezkaç sürecin meyvesidir. Bu özünde, Batı’nın, kökleri
Hristiyan arılanma fikir ve pratikleriyle
bitişir. Batılı ayrımsalcı (analitik) zihinde
kirli ile temiz arasındaki keskin bir ayırım
vardır. Tedhişten arınmak bunun siyâsetteki yansımasıdır. Batı âdeta kendisine kese yapmış ve kirleri ötekisine yığmıştır.
Bu bakışın diyalektik olarak taşıdığı çelişkileri J. Baudrillard çok güzel ortaya koyar. Yoğun bakım ünitesidir en başa gelmez virüsleri üreten vasat.
Batı, âdeta kendisini bir yoğun bakım ünitesine kapatmıştır
. Bu kapanmışlık onun bünyesini, on seneler içinde zayıf düşürmüştür.
Küreselleşmenin kültürel, bilhassa artistik yatırımları
yoğun bakım ünitesinden çıkma refleksidir. Ama keşke her şey sanatın tozpembe dünyâsında yaşandığı kadar kolay olsaydı. Papazları ve hafızları toplayıp onlara ilâhî okutmak, modern resim ile hat sanatını cem etmek ne kadar hoş izlenimler bırakır. Hâlbuki bu bir efsundur. Reel olarak, küreselleşen kapitalizmin faturası başka türlü gelmiştir. Sebepler yine kapitalizmin iç çelişkilerinden aranmalıdır. Küreselleşme, finansallaşan, A.G.Frank’ın kavramıyla
lümpenleşen sermâyenin
iş ve işlemlerini dünyâya eşitsiz bir biçimde açtı. Mafyoz sermaye ışık hızına kavuşsun, dünyâyı külliyen borçlandırarak varlıklara(assets) çöksün ama bu arada insanlar yerellikleriyle avunsun, idâre etsin denildi. (Postmodern sanatsallık bunun illüzyonları ile doludur). Küyerellik(glokalization) insan zihninin ürettiği en lümpen kavramlardan birisidir. 2000’lerde bunun çok dayanıksız bir beklenti olduğu anlaşıldı. Fargo dizisinin 3.Sezonunda, şirket varlıklarına çöken karanlık bir yapının adamını muhteşem canlandıran David Themlis, bir sahnede, “Az kaldı, gelecekler. Elimizi çabuk tutmamız lâzım” diyordu.
Postmodern kavim göçleri
başladı. Modern târihin en lümpen devrinden geçiyoruz. ABD’de Kongre binâsının basılmasını gösteren fotografik malzeme bunun ikonlarıdır. Medeniyetin, baraj kapakları patladı. II. Umûmi Harp bir taraftan, postmodern kabile savaşları hız kazanıyor. Bunun içinde mi olacağız, değilse dışında tutunacak bir yerler bulabilecek miyiz? Soru budur.

Kayseri hâdisesi bana işte bunları yazdırdı...

#Kayseri
#ırkçılık
#Süleyman Seyfi Öğün
3 gün önce
Kitle hareketleri
Batsın sizin uygarlığınız!
‘Ver kızıma bir Wonder Woman kırbacı!’
Sanatçı susar mı?
Türkiye’nin 20 yıllık çabasına sallanan bıçak
Ötekine yapması gerekeni söyleme alışkanlığı