Şort ve başörtüsü: Eski kalemler yeni perspektifler

04:0021/09/2016, Çarşamba
G: 16/09/2019, Pazartesi
Özlem Albayrak

Kendimi bildim bileli; başını örtmenin ya da açmanın; şort ya da çarşaf giymenin hiç kimse için sorun teşkil etmediği, yani özgür bir ülkede yaşamak isterim.



Bu pek mümkün olmadı. 28 Şubat süreci boyunca yıllarca başörtülülere yaşatılan cehennemi yaşı yetenler biliyor. Örtülü kadınları

“göz zevkimizi bozuyorlar”

diye aşağılamaya kalkışandan tutun,

“onlara bakamıyorum”

diyenine,

“ben biraz dekoltemi kapatayım, sen biraz saçlarını aç, bu işler karşılıklı”

şeklinde sinsi terbiyesizlikler yapanından alın;

“onlar kocaları tarafından kandırılmış kadınlar, asıl özgürlüğün açılmak olduğunu bilmiyorlar”

diyerek yüzbinlerce örtülü kadını iradesiz birer zavallıya indirgeyenine dek mebzul miktarda faşistle karşılaştık bu süreçte. Caddelerine örtülü kadınların giremediği

“kurtarılmış bölgeler”

isteyen –en azından hayal eden- de oldu; yoldan geçenleri

“Fadime Şahin”

diye taciz eden de…



Yıllarca süren toplu bir delilik haliydi bu… Umursamadı çoğu başörtülü, üzülmedi bile, hakaretleri sahiplerine iade etti, üstünden geçti, yoluna yürüdü gitti…



Ama şu mühim ki;

“irticacılar”, “dinciler”

diye diye yapılan o zulümler, darbeci bir devletin dört koldan uygulanan ve neredeyse resmi politikasıydı; zamanın elit sosyolojisinin ortak onayıyla husule geldi; o dönemin ana akım medyasıyla organik aydınları tarafından da sonuna kadar desteklendi. Başörtülüler ve dindarlar yıllarca ülke için tehdit olmadıklarını ispatlamak üzere sorgu odalarında, sokaklarda, okullarda sigaya çekildi, bazıları da derdest edildi.



Bunları neden hatırlatıyorum: Geçtiğimiz günlerde

Ayşegül Terzi

adlı bir hemşireye bindiği otobüste şort giydiği gerekçesiyle tekme atıldı. Genç kadın yaralandı ve ciddi bir travma yaşadı. Bunu yapan saldırgan ise bipolar bozukluk teşhisi konulmuş bir hasta. Hasta olması suçunu hafifletmiyor elbette, ama o saldırgan herhangi bir sosyolojiyi temsil etmiyor, kimse adına davranma/hareket etme gibi bir durumu da yok.



Çünkü bugünkü siyasal atmosfer 28 Şubat'ınkinden çok farklı. Devlet vatandaşlarını giyim kuşamlarından ötürü ayrıştıracak ve belirlenen kıstasa uymayacak şekilde giyinenleri özlük haklarından mahrum edecek yasal kısıtlamalar getirmiyor kimseye. Devlet, bir kısım vatandaşını, diğer kısım vatandaşına dünyayı dar etmeye çalıştığı için tebrik ve taltif etmiyor. TV'deki

“şortlular neden okula gitmeyip evlerinde oturmalıdır”

başlıklı tartışmalarla başımız şişmiyor. Açık giyinen genç kızlar okul kapılarında,

“şort yerine uzun pantolon giymen konusunda aydınlatılmalısın”

denilmek suretiyle ikna odalarına çekilmiyor. Şort karşıtlığı bir hükümet politikası haline getirilmiş değil… Aksine Aile Bakanı çıkıyor ve

“ben de kıyafetim nedeniyle ayrımcılığa uğradım, o nedenle mağdur hemşirenin durumuna iki kat üzüldüm”

diye açıklama yapıyor.



Bu hatırlatmayı

“mini etekli-başörtülü”

kıyaslamasına bayıldığımdan yapmadım. Ama başörtülülere hiçbir zaman tahammül edememiş bir kısım zevat günlerdir, mental olarak hasta bir saldırganın kimliğinden

“dindarlar açık kadınlara tahammül edemiyor”

sonucuna varmaya çalışıyor. Bunun doğru olmadığını söylemek için 28 Şubat'ın ve bugünün şartlarını değerlendirmek zorunda kaldım.



Ve evet, herhangi bir kadının herhangi bir nedenle ayrımcılığa uğramadığı bir ülkede yaşamak istiyorum mümkünse. Ne laikçi yobazların, ne de dindar olanların kadınları nasıl giyinecekleri konusunda hizaya getirme gibi bir hakları yok. Ve sözkonusu örnekte de saldırganın gözaltına alındıktan sonra salıverilmesi ise –gerçi sonradan tutuklandı- yanlıştı. Zira otobüsteki o saldırı basit gerekçelerle değil, ayrımcılık nedeniyle yapılmıştı. Bu büyük suçtur ve saldırganı mental sağlığı yerindeyse uzun yıllar kodeste tutmayı, değilse hastaneye kapatmayı gerektirir. Bu vesileyle Ayşegül Terzi'ye geçmiş olsun diyelim.



Öte yandan, bu olayın eski medyadaki işlenme biçimine bakınca, yeni model bir “irtica korkusu” mu yaratılmak isteniyor, diye düşünmemek elde değil. O değilse bile en azından,

“yeni ikna odaları otobüsler mi olacak?”

sorusuyla mağduriyet yarıştırılmaya kalkışılıyor. Ki bu, başörtülülere de Ayşegül Terzi'ye de haksızlık.



Çünkü bu kıyas iki durumu eşitlemek demektir. Oysa, ikna odaları sistematik ve geniş çaplı şekilde vatandaşların bir kısmının varolan haklarını gaspetme denemesiyken, Ayşegül Terzi olayı -dindar ya da değil- hastalıklı bakış açısına sahip bir saldırganın diğerine fiziksel şiddet uygulamasıdır. İşlenen suçtur, adil bir şekilde cezalandırmayı gereksinir. Ama ortada hiçbir açıdan ikna odalarıyla kıyaslanabilir bir durum yoktur.



Bir de vaktiyle yasakları, hak ihlallerini, devlet faşizmini yazılarıyla röportajlarıyla meşrulaştıranların, bugünkü

“kıyafeti üzerinden hiçbir kadına dokunulamaz”, “o tekme bütün kadınlara atılmıştır”

laflarını okuyunca da acı acı gülüyor insan. Siz bugünkü eşitlik sevdalısı, demokrasi kelebeği kalemlerden herhangi birinin, 28 Şubat'ta

“başörtüsüne uzanan o el hepimize uzanmıştır”

dediğini duydunuz mu?



Bunu geçelim, ama şunu geçmeyelim: Daha 28 Şubat'ta yaptıklarının hesabını vermemiş olanlar, bugün

“örtülülerle açıklar”, “eskiden ikna odaları, şimdi otobüsler”

kıyaslamalarına girmese keşke… Birileri yaptıklarını hatırlatır, mahcup olurlar zira… Tabii, mahcup olacak yerleri varsa…


#Ayşegül Terzi
#28 Şubat
#İrticacılar