|
Üç mescit ya da Osmanlı’dan sonra tufan
Oryantalist İslam tarihçilerince
Kıyamet kilisesi
nden daha yüksekte olmasından, daha büyük görünmesinden,
hüsnühat
larının
epigrafik propaganda
olarak benimsenmesinden de anlaşılacağı üzere, daha inşa edildiği ilk yıldan itibaren (691), gördükleri her seferde Yahudilerle Hıristiyanlarda hançerlenme duygusu uyandıran Kudüs haremindeki
Kubbetüsssahre
ile Peygamberimiz Aleyhisselam’ın vefatından sonraki on yılda İslam fetihlerinin Fas’tan Semerkand’a, İran’ı kat edip Hint Alt Kıtası’na ulaşmasını güçlü iradenin merkezi olarak Medine’nin varlığına bağlayan kafirler, ilahi değerinden kendilerinin de kuşku duymadıkları Mekke’yi de onunla birlikte düşünerek hemen her devirde yakaladıkları her fırsatta bu üç şehri ve dolayısıyla üç mescidi işgal etme fikrini en büyük imparatorluk hayaline bağlı bir ülkü olarak taşıdılar.

Sömürgeciliğe ve ekonomik nedenlere bağlanan Birinci Dünya Savaşı’nın asıl söz konusu ülkünün gerçekleştirilmesine tabi olduğu ise sonuçlarından bellidir. Hint’ten Uzak Doğu’ya kadar bir çok sahayı sömürgesi haline getirerek “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” unvanının Mekke, Medine ve Kudüs’te hakimiyeti elde etmesiyle ancak mümkün olabileceğini bilen İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nda düşmanı ve güya Osmanlı’nın da dostu olduğu Almanya’nın verdiği örtülü destekle amacına ulaşmış; ordusundan ve donanmasından çok daha güçlü olan fitne kabiliyetiyle Arap kabilelerini Osmanlı’ya karşı kışkırtarak Mekke ve Medine üzerinde kontrol sağlamış, Kudüs’ü ise Almanya’nın rızasıyla işgal etmiştir.

Artık Osmanlı’dan sonrası tufandır ve bu tufan Mekke, Medine ve Kudüs’ü de kendiliğinden içine çekecektir.

İngiltere, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının ekonomik yıkıntısından kurtulmak için, yüklü bedellerle ilkinde Filistin / Kudüs’ü Siyonistlere, ikincisinde ABD’ye satarken, hem üç mescide sahip olmakla kendi imparatorluğunun hem de yükselen yeni bir devletin imparatorluk olma moralitesini mutlaka gözetmiş olmalıdır.

Yakın geçmişte İngiltere tarafından yapılandırılmış ve yöneticileri bizzat İngiltere’de eğitilmiş Arap kabile krallıklarının bugün itibariyle haraç karşılığında ABD tarafından korunuyor ve yaşatılıyor olma gerçeğinin altını özellikle çizerek, konumuzu Mekke ve Medine’nin işgaliyle sınırlandıracak olursak şu sonuca ulaşırız:

ABD, Siyonist sermayeye ön vererek hac ve umre ziyaretçilerinin iaşe, ulaşım ve barınma işini kendi avucuna almış, uluslararası zincir oteller, alışveriş merkezleri ve taşıma gruplarıyla Mekke’de ve Medine’de –kendisini perdenin gerisinde tutarak– güçlü bir iktidar kurmakla kalmamış, buralardaki mescitleri de Babil tarzı bir yapılaşma içinde önce hacim itibariyle küçülterek, sıradan bir turizm nesnesine dönüşmüştür.

Bu yanıyla Mekke ve Medine imkan sahibi / zengin mütedeyyin ve muhafazakar Müslümanların fırsat buldukça gittikleri ve ödedikleri bedelin karşılığını
lüks
kayıtlı olarak aldıkları, Allah tarafından işaretlenmiş olmalarıyla değil, Batı tipi kutsallığın araçları olmalarıyla yeni bir işlev ve yeni bir nam kazanan iki turizm şehri haline getirilmişlerdir.

Buralar artık, Muallim Nâci gibi:

“Derler iki âlemde bize mahzen-i esrâr / Erbâb-ı diliz mahrem-i râz-ı Haremeyn’iz / Kevneyni geçerken ederiz garkâ-i envâr / Biz kâfile-i “Nâci”yye-i cedd-i Hüseyn’iz”

demenin değil, Allah’ın işaretlerinin yanında çektirdikleri fotoğrafları sosyal medya üzerinden “Biz oradaydık ama siz değildiniz” demenin dik alası olarak yayımlamanın yollarından biri haline getirilmiştir.

Vardığımız bu sonuçtan, hac ve umreyi salt İslam şeriatının emri olarak yapan ve bu esnada Allah’ın işaretlerinden, Allah, Peygamber, ehl-i beyt ve sahabe sevgisinden başka hiçbir şeyi yani kibir mimarisini
görmeyen
Müslümanları elbette ayrı tutarak aşırı yorum tehlikesinden korunuruz, ancak bu korunmanın bir tür pasifliğe, teslimiyetçiliğe, zilleti sineye çekmeye denk düşmesine asla mani olamayız.

Zira, geçmişte hacca gitmenin yasaklandığını, hacca ya da umreye giden yöneticilerin apoletliler tarafından hakarete uğradıklarını, İslam’ın emrini yerine getirmeyi Araplara para yedirmek olan gören kafir tayfasının hız kesmeyen hezeyanlarını iyi bilen Müslümanların, “Nihayet gönül rahatlığıyla ibadetlerimizi yapabilir hale geldik. Suudi Amerika, Yahudi kapitalizmi, işgal, küfrün tasallutu… vb. terimlerle halis niyetimizi karartıp, ibadetlerimize gölge düşürmeyin.” demeleri ciddi bir samimiyetin göstergesi olsa bile, son tahlilde işlemekte olan şerrin kanıksanmasına da bir sebeptir.

Osmanlı’dan sonra yaşanan bu tufanın bitmesini niyaz etmekten başka problemsiz bir hâlimiz maalesef yok gibidir.

#Osmanlı
#İslam
#ekonomi
2 ay önce
Üç mescit ya da Osmanlı’dan sonra tufan
Esir Şehirlerin eserleri
Bu mel’un amacı nasıl engelleriz
İki dağ arasında
Enflasyonun sosyolojisi
Demokrasi mi piyasaları bozuyor, piyasalar mı demokrasiyi?