Köpüren dağ

04:0013/09/2019, Cuma
G: 13/09/2019, Cuma
Ömer Lekesiz

Gençliğimizde, onunla aynı edebiyat dergilerinde yazmıştık.Sonra o,yüksek bürokratolmaya karar verip, kalemi bıraktı ve yönünü İstanbul’dan Ankara’ya çevirdi.Ankara’ya taşınmasına az bir süre kala, gördüğü şu rüyayı paylaşmıştı, kahve sefasındaki dost grubumuzla:Rüyasında, karşısındaki kocaman bir sabundağı sürekli köpürüyor, hiç eksilmiyor ama köpükten başka bir şeye de dönüşmüyormuş.Rüyası kısa olmasına kısaydı ama onu çok etkilediğine göre, belli ki gece boyunca, kendisini tekrarlayıp durmuştu.Rüyaya

Gençliğimizde, onunla aynı edebiyat dergilerinde yazmıştık.

Sonra o,
yüksek bürokrat
olmaya karar verip, kalemi bıraktı ve yönünü İstanbul’dan Ankara’ya çevirdi.

Ankara’ya taşınmasına az bir süre kala, gördüğü şu rüyayı paylaşmıştı, kahve sefasındaki dost grubumuzla:

Rüyasında, karşısındaki kocaman bir sabundağı sürekli köpürüyor, hiç eksilmiyor ama köpükten başka bir şeye de dönüşmüyormuş.



Rüyası kısa olmasına kısaydı ama onu çok etkilediğine göre, belli ki gece boyunca, kendisini tekrarlayıp durmuştu.

Rüyaya itibar eden biri olduğundan, hemen bir ehline başvurup tabir ettirmiş ve bunu da oracıkta nakletmişti bizlere.

Demiş ki tabir ehli: “Bu iktidar, görünürde çok şey yapacak ama, yaptıkları bir sabunu sürekli köpürtmekten öteye gitmeyecek.”

Merhum
Turgut Özal
’ın iktidar günleri miydi, yoksa sonraki bir iktidar dönemiminin başlangıcı mıydı, tam hatırlamıyorum ama konu yüksek bürokratlık olunca, rüya da ona uygun olarak tahakkuk ediyordu demek ki.
Fakat bundan daha ilginç olan,
rüyanın tahakkuk esasında
gerçek muhatabıydı. Yukarıda da belirttiğim gibi, tabir ehli, rüyayı Özal iktidarının muktedir olamayan bir iktidar olacağına yormuştu ama, o kişinin, yeni ikidar içinde yüksek bürokat olarak yeni yaşantısına yakından baktığımızda, gerçekte
köpürenin onun hayatından başka bir şey olmadığı
kısa zamanda ortaya çıkıvermişti.

Ki zaten, şükürler olsun Rabbim’in o ana mahsus olarak bana bahşettiği bir fütuhatla, o, rüya ile tabirini naklettiği anda içimden onun yüzüne karşı, “Bak kardeş, hal ve gidişatına dikkat et, sen dostlarını kaybedeceksin” deyi vermek istemiş, ama onun yoğun tutkusunu ve ortamın nezaketini gözeterek bundan vaz geçmiştim.

Bugün de aklıma geldikçe kendi kendime sorar ve düşünürüm: Neden, “Dostlarını kaybedeceksin” ifadesini kullanmayı düşündüm de, “Seni kaybedeceğiz arkadaş” ifadesine baş vurmayı düşünmedim. Doğrusu ikincisi değil miydi? Değişen kendi değişmesiyle kalır ve seçimleri, çevresi, ilgileri değişmiş biri olarak dostlarının dışına düşmez miydi? Oysa ki benim söyleyişimde,
dışa düşen o değil, dostları olarak görünüyordu
. Bu mantığa göre, bir dost grubu içlerinden birini kaybetmiyor, bilakis biri dostlarının tamamını kaybediyordu.
Sanırım bunda o kişiyle dostları arasındaki, uzun yıllar içinde demlene demleme oluşmuş
ideallerdeki müşterekliğin
belirleyiciliği söz konusuydu.
Zikrettiğim grupta bulunanların (o kişi de dahil) hemen hepsi
köy
kökenliydi. Aileleri çarşı pazarda sattıkları süt ve yogurtla okutmuştu onları. Bu manada çocukluklarından beri durumlarının bilincindeydiler; hayatlarının adına
sistem
denilen ceberrut bir el tarafından üstlerine giydirilen
ötekilik
kefenini yırtmaya bağlı olduğunu biliyorlardı; okurken bu anlayışla okumuş, iş hayatına atılırken de bu duyguyla atılmışlardı.

Sistem tarafından dayatılan ötekiliğin kalın çerçevesini kırmayı, Anadolu insanını tek vatan, tek millet ve tek bayrak esasında hak ettiği huzurlu yaşantıya kavuşturmayı, yetime ve yoksula el uzatmayı, dara düşene umut olmayı, ille de her işte ahlakı ve edebi öne almayı... şiar edinmişlerdi. Şiar yani ideal... İdeali olmayanın şiarı mı olurdu?

O kişinin, yüksek bürokrat olarak Ankara’ya kapağı attıktan sonra, dağ dağ köpüren ve hep köpürmekle kalan hayatı, dostlarını kaybetmesi cihetinden ilginç bir örnek oluşturmuştu.

Rüyasının hakikati kendisine dönmüş
, ideallarini unutan ve dolayısıyla yüksek bürokrat olarak ebedi mülkü olarak gördüğü
koltuğun hakkını veren
biri olmayı bile isteye seçmekle, dostlarının tamamını kaybetmişti.

Dedikoduya gireceğinden korktuğum için, onun içselleştirdiği yeni ve acınası hayatı hakkında fazla bir şey paylaşmak istemem, ama salt şahsımla ilgili olan şu hususu naklederek küçük bir ipucu vermek isterim:

Onun kurumunda sıradan bir hizmette çalışan bir akrabamla rastlaştığında, benim neyle meşgul olduğumu sormuş; “Sahafalık yapıyor” cevabını alınca, dudaklarını istihza ile kıvırıp, ardından “Sahaf ha” diyerek, yüzünü acıyla ekşitmiş. Kendisini nasıl bir büyüklük içinde görmüş bilmiyorum ama beni bir karıncadan daha küçük gördüğüne inanırım. Bu öyle bir büyüklük hissi ve küçük görme halidir ki, sanki o an bütün karıncaları öldürmek geçmiş olmalıdır içinden. Sorun şu ki, büyüklük vehmiyle mütenasip olarak, parmakları da çok büyümüş olacağı için, bunu yapamayacağını belki büyük bir üzüntüyle farketmiş olabilir.

O kişi bilahare emekli olarak, tekrar insani hayata düştü bürokratlığın yüksek katından. Düşünmesini, konuşmasını ve itibarını sağlayan çok şeye kadir koltuğundan mahrumdu artık. Gelin görün ki, bana ulaşan haberlere göre, hal ve dil olarak ne idealler zamanına dönebiliyor ne de yenisini sürdürebiliyordu.

Bir gün dediler ki, nostalji yapmak için eski dostlarını arıyormuş.

Kaybettiği dostlar olarak bizler de, zihnimizdeki ona ait mezar taşının bir suretini çıkartıp, kendisine göndermeye karar verdik.

Büyüklerimizin, “Ne oldum deme, ne olacağım de” sözüne uygun bir davranışla...

#Turgut Özal
#Ankara
#Rüya
#Hayat