Kalemim beni nereye götürüyor?

04:008/02/2019, vendredi
G: 8/02/2019, vendredi
Ömer Lekesiz

Mürekkep ırmak, kalem kayık tabiatından olabilir mi?Zira yazmak, sürekli başkalaşan bir hal (kâlp) üzere, su gibi akışkan bir zeminde, kalem bineğiyle seyretmeye benzemektedir.Bunu derken, akılları kabından boşu boşuna taşmaktan başka bir işe yaramayanların, “Hacı abi mürekkep mi kaldı, kalem mi; artık klavye devrindeyiz” deme ihtimallerini göz ardı etmediğim için şu bilgiyi istitraden burada paylaşma ihtiyacındayım:Kalem, İbnü’l-Arabî’ye göre (ontolojik fıtrat taşıyan) a’yân-ı sâbite, Carl Gustav

Mürekkep ırmak, kalem kayık tabiatından olabilir mi?

Zira yazmak, sürekli başkalaşan bir hal (kâlp) üzere, su gibi akışkan bir zeminde, kalem bineğiyle seyretmeye benzemektedir.



Bunu derken, akılları kabından boşu boşuna taşmaktan başka bir işe yaramayanların, “Hacı abi mürekkep mi kaldı, kalem mi; artık klavye devrindeyiz” deme ihtimallerini göz ardı etmediğim için şu bilgiyi istitraden burada paylaşma ihtiyacındayım:

Kalem, İbnü’l-Arabî’ye göre (ontolojik fıtrat taşıyan) a’yân-ı sâbite, Carl Gustav Jung’a göre arketip, Mircea Eliade’a göre kök-imge’dir.

Yaklaşık olarak aynı anlama gelen her üç terimle kalem, öz’ü sabit kalan, sadece şekli değişen şeydir; dolayısıyla bugün klavyedir, yarın daha başka bir şey olacaktır, ama öz’ünde hiçbir değişiklik olmaksızın varlığını daima sürdürecektir.

A’yân-ı sâbite / arketip / kök-imge’nin mahiyetleri itibariyle, (değişen düzeylerde) İlâhî olanla irtibatları ise malumdur. Dolayısıyla kalem, İlâhî planda bir başlangıcı işaret ettiği kadar, bilgiyi ve onun kaydındaki sürekliliği de ifade eder.

Zira o, Şehâdet Âlemi’nde, İlâhî Âlem’deki levh-i kalem’den nispetle, elde edilmiş bir sûrettir.

O halde yazıma başlık olan soruyu, bu açıklamalar eşliğinde, analojik dille “mürekkep denizinde, kalemden bir kayıkla hangi bilgiye doğru yol alıyorum ve onun kaydını nasıl (hangi düzeyde) yapıyorum?” şeklinde sormam ve buna şu soruları da eklemem zorunlu hale gelecektir: Elimdeki kalem, İlâhî olanla irtibatlı olması esasıyla, aynı zamanda kulluğum yönünden beni Hakk’a dair bir sorumluluğun içinde tutmuyor mu ve ben Hakk’ın rızasının dışına düşmemek için, kalemimle (yazdıklarımla) O’nun hakkını gözetmek zorunda bulunmuyor muyum?

Bunları sorduğumda, öncelikle levh’in Osmanlı Türkçesi’ndeki, sadece bir harfin değişmesinden kaynaklanan iki farklı anlamdan hangisini kendim için muteber saydığıma karar vermeliyim: Lam-vav-ha’dan oluşan levh ile lam-vav-he’den oluşan levh arasındaki farkı kast ediyorum. İlki, levha, tasavvufî bir ıstılâh olarak “Belli bir süreyle sınırlanmış yazı ve takdir” iken (Uludağ Sözlüğü), diğeri “Hoşça vakit geçirme işi; eğlence; oyun, gülüp oynama” demektir (Çağbayır Sözlüğü).

Her iki okunuşuyla levh-i kalem’den elde edilmiş bir nispetin sûreti olarak kalemim, bana bu levh(-i kalem)’lerden hangisini daha muteber gösteriyor: kulluğumun teyidiyle Hakk’ın hakkını gözetmem bakımından göksel levh-i kalem’i mi, yoksa eğlenmeye, gülüp oynamaya göre dünyevî levh-i kalem’i mi?

Mezkur sorularıma bağlı olarak, kalemin kendisini, öz ve suret olarak onunla ilişki biçimimi öne almama rağmen, kalem merkezli sorumluluğun veya sorumsuzluğun tahakkuk ettiği ilk yer olması bakımından, sözüm sanata dayanacaktır.

Farz edelim ki, kalemimle murat ettiğim şey sanatkârlıktır. Dolayısıyla, bu muradıma erişmede yegâne vasıtam olan kalemim, yukarıdaki muteberlik esasına göre oluşan iki yolun çatına çıkartır beni. O sevkedendir, ben ise sevk edilenim. İki yol da benim içindir ve iki yolun tabiatı da kalemimde içkindir. Kalbim iki yoldan hangisine meylederse, kalemim önce (veya daha çok) onu aydınlatacak ve ona olan muhabbetimi bana daha sevimli (olumlu) gösterecektir.

Murat etmek, istemektir. İstemek ise bir iddiâ taşır. Bu durumda sanatkâr olma iddiâsıyla, iddiâ ettiğim asıl şey nedir?

Bunu sorduğumda, kalemim söz konusu iddiâ zorunluluğuyla yeni nitelikleri talep etmeyecek midir? Örneğin bir selâm (İslâm, teslimiyet), veya ben(cil)lik (kibir) niteliğini?

Kalemimle, kısmen de deniz, kayık kelimeleri eşliğinde romantik bir kiple sorduğum ilk sorudan, kalemimin salt kendisinin büyük bir soruya dönüşmesi karşısında şimdi ne yapmalıyım?

Kalemimin, cennet bahçesinden bir dal gibi bedenime bitişmesi!

Cehennemden gelmiş kor bir ateş gibi yakıyor olması ellerimi!

Kalemi neden elime aldığımı bilmememin bahşettiği cehaletin cazibesi!

Mutlak Varlığın hükmü altına girmeksizin, yazı yoluyla varlık iddiası içinde serkeşlik edebilme ihtimalinin hazzı!

Kalemin bana verilmiş (bir nimet) olduğunu hiç aklıma getirmeyip, onu elimin altında rast gele bitiveren, sıradan bir şey olarak temellük etmeye tenezzül ettiğimi sanmanın kibri!

Ve kalem kalem, kelime kelime, kelâm kelâm çoğalan İsmet Özel dizeleri:

“Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi

taşınacak suyu göster, kırılacak odunu

kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde

bileyim hangi suyun saksısıyım ya rabbelalemin

tütmesi gereken ocak nerede?”

Kaleme dair neyi sorarsam sorayım ve onu nasıl cevaplarsam cevaplayayım, son tahlilde görüyorum ki, o, benim kaderimdir.

Onun beni götürdüğü yer, zaten benim gideceğim yerdir!

O halde ikimizin de son durağı: Ya cennet, ya cehennemdir!

#Kalem
#Mürekkep
#İbnü’l-Arabî
#Carl Gustav Jung’
#Mircea Eliade
#İsmet Özel