“İplik verdim çulhaya sarup yumak etmemiş”

04:0025/12/2018, Salı
G: 25/12/2018, Salı
Ömer Lekesiz

Önceki yazımda “redifli” yerine, sehven “kafiyeli” kelimesini kullanmışım. Dikkat sahiplerinin dikkatine hürmeten öncelikle bu tashihimi ileteyim.Yunus Emre’nin “Çıkdım erik dalına anda yidüm üzümi / Bostan ıssı kakıdı dir ne yirsin kozumı” beyitiyle başlayan kasidesinin, Niyazî Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Şeyhzâde tarafından yapılan şerhlerini (Büyüyenay Yayınları, haz.: Suat Ak, İstanbul 2012) birlikte okuduğumuzda, tasavvufî irşad yönünden sırlanmış birçok hakikatin dile getirildiğini görürüz.Örneğin,

Önceki yazımda “redifli” yerine, sehven “kafiyeli” kelimesini kullanmışım. Dikkat sahiplerinin dikkatine hürmeten öncelikle bu tashihimi ileteyim.


Yunus Emre’nin “Çıkdım erik dalına anda yidüm üzümi / Bostan ıssı kakıdı dir ne yirsin kozumı” beyitiyle başlayan kasidesinin, Niyazî Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Şeyhzâde tarafından yapılan şerhlerini (Büyüyenay Yayınları, haz.: Suat Ak, İstanbul 2012) birlikte okuduğumuzda, tasavvufî irşad yönünden sırlanmış birçok hakikatin dile getirildiğini görürüz.

Örneğin, “İplik verdim çulhaya sarup yumak etmemiş / Becid becid ısmarlar gelsün aslun bezini” beytiyle ilgili olarak Niyazî Mısrî şunları söyler:

“İmdi; ‘iplik’, farka; ‘yumak’, cem’e; ‘bez’ ise cem-ül-cem’e işarettir. Sülûkun maksadı, iplik ve yumak değil, bez olmaktır. Lâkin, kemâle ermemiş şeyh, iplik henüz yumak olmamışken bezin dokunduğundan bahseder ve zayıf niyetli isteklileri kemâle erdirmeden halife tayin eder. Allah bu eksikliklerden korusun.”

Bu beyite İsmail Hakkı Bursevî şu anlamı verir:

“Dağınıklığın giderilmesi ve bez gibi bütünlüğe ermek için hâl ipimi ve terbiye halatımı, dokuyucu misali bir şeyhe teslim edip, kapısına gidip geldim. O ise, acele ve çabuk tarafından, işin bittiğini ve terbiyenin nihayete erdiğini söyleyip, ‘gelsin bezini alsın, hâl gömleği bütünüyle tamamdır, baştan ayağa giyinebilir’ diye haber gönderdi.

Halbuki, bez dediği, daha yumak hâlidir; yani birinci toplanış, cem’-i evveldir. ‘Cem-ül-cem’ olmaya daha vakit ve amel lâzımdır. İplik hemen bez olmaz. Taş kırmızıya dönüp la’l oluncaya kadar sabretmeli; kanın süt olması için zaman geçmelidir. Ve sâlik’in fark halinden tamamiyle kurtulması için keşfin başlamasından sonra kırk seneye yakın bir zaman beklemek gerekir ki, buna ‘büluğa eriş’ derler. Sülûk yaşı dahi budur; zira perde altında geçirilen vakit, ömür saatinden sayılmış değildir.”

Şeyhzâde’nin aynı beyit için yorumu ise şöyledir:

“Bu beyitte, Yunus’un ‘iplik’ ile kastettiği, tûl-i emel’dir; bozuk ve dar bir anlayış içinde, bitip tükenmez arzu ve dünya talebi... ‘Çulha’ ise, bu kalıcı olmayan dünyanın hayın rüzigârı ve hilekâr çarkıdır.”

Bunları şiirin şathiyye oluşundan hareketle aşırı yorum şeklinde değerlendireceklere de bir itirazım olamaz.

Ancak konunun bundan çok daha önemli bir yanı bulunmaktadır.

Şöyle ki, Yunus Emre’nin sahte dervişliği eleştiren, şeyhleri hakikatli olmaya çağıran birçok şiiri gibi, bu şiiri de diğerlerine göre daha örtülü (sır’lı) olarak Anadolu tasavvufundaki savrukluğu, başıbozukluğu düzeltme çabasını ihtiva etmektedir.

Bu yanıyla Yunus Emre, aynı zamanda heterodoksinin de beşiği olan İran’dan çıkıp gelmiş, henüz tasavvuf kurumunca ya da bir devlet otoritesince disipline edilmemiş derviş topluluklarını, eli kulağındaki imparatorluğun munis vatandaşları haline getirme (ehlileştirme / evcilleştirme) gayretine düşmüş gibi görünmektedir.

Ahmet T. Karamustafa’nın Tanrının Kuraltanımaz Kulları-İslâm Dünyasında Derviş Toplulukları (1200-1550) adlı çalışmasındaki (Çev.: Ruşen Sezer, YKY, İstanbul 2013) şu tespitleri, yorumumuzu büyük oranda teyid etmektedir:

“Toplum karşıtı derviş dindarlığı, tarihî köklerini Sûfîlik içinde evcilleşmiş biçimiyle öncelikle zühd geleneğinden almıştır. Ancak derviş zâhidler zühdün yanısıra gene Tasavvufta bulunan başka bir dindarlık biçiminden, yani uzlaşmaz çok kez de şiddetle görenek dışı olan bireycilikten de esinleniyordu.

“Weberci sözlerle dedikte ‘dünya-içi-mistisizmi’ kendi tipolojik karşılığı ‘düşünceye dalarak dünyadan kaçma’ ile yakından bağlantılıdır. Zâhidliği benimseyerek ve evcilleştirerek bu-dünyalığının inanırlığını gösteren Sûfîlik, öte-dünyaya dönük düşünce seçeneğinin toplum karşıtı çekimine hâlâ açıktı. Bu eğilimin evcilleştirilmesi aşırı güç, neredeyse olanaksız bir işti. Bireyci irfan, Sûfîliğin ta özüne içkindi. Benlikten geçmek (fenâ ‘ani’n-nefs) ve Tanrı’da yok olmak (fenâ’ fillâh) gibi Sûfî yaşantısının en yüksek düzeyleri, benliğin toplumsal bir varlık olarak yokluğu anlamına geldiği sürece başıboş bir toplum-karşıtı bireyciliğe yuvarlanma tehlikesi çok gerçekti.”

Bunlardan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Sûfîlik bir yüzüyle heterodoksiye daima bitişik durmuş ve adına ister ehlisünnet tasavvufu diyelim, ister devlet diyelim, buna ayar veren bir yapı da daima bununla beraber mevcud olmuştur.

O halde, tasavvufî şiirleri okurken, Yunus Emre’nin zikrettiğimiz çabasını ve ulaştığımız bu sonucu gözönüne alırsak, tasavvufa ilişkin hem geçmişteki hem kendi zamanımızdaki tartışmaları en azından biraz daha doğru konumlandırmış oluruz.

#Şiir
#Yunus Emre
#Sufilik
#Tasavvuf